30 Kasım 2009 Pazartesi

Trilye

Geçen yıl bu zamanlar,


6 aylık hamileydim, eşimin işi gereği kurban bayramının ilk iki günü İstanbul'da bulunmamız gerekiyordu. Bu sebeple memleket ziyaretlerini iptal etmiştik. Zaten o kadar yolu uçakla da olsa gitmek benim için de zor olacaktı. Bu vesileyle yakınlarda bir yerlere gidelim istedik. Yakınlardan seçtiğimiz yer Bursa'nın bir kasabası; Trilye (Zeytinbağı) oldu.




Arabalı deniz otobüsüyle Yenikapı'dan Güzelyalı'ya geçtik.


Montania Hotel'den rezervasyon yaptırmıştık. Hotel Montania 150 yıl kadar önce Mudanya tren istasyonu olarak yapılmış tarihi bir bina. Odaları ve manzarası gayet güzeldi. Kahvaltısı da fena değildi. Civardaki en rahat yere benziyordu, gidince de öyle olduğunu anladım. Gerçi Trilye içinde ev pansiyonu tarzı birkaç yer var ve onların içine girip gezmedim. Belki onlar da iyidir.




Nerde kalınır kısmını biraz uzattım galiba :) Bu otelde hayatımda aldığım en güzel iltifatlardan birini aldığım için biraz torpil yapmış olabilirim :) Hiç tanımadığınız biri, hiç beklemediğiniz bir anda güzel bir şey söyleyince böyle oluyorsunuz sanırım. Söyleyen kadın olunca daha çok hoşunuza gidiyor :))


Fazla şımarmadan konuya döneyim.







Trilye, caanım ülkemde aslını koruyabilmiş az sayıda yerleşim yerinden biri. Bu sebeple de turistik.


Bir rivayete göre Rum Ortodoks üç papazın aforoz edilmesinin ardından buraya yerleşmesiyle üçlü anlamına gelen Trilye denmiş buraya. Ya da kıyılarında bol bulunan barbunya balığının adından almış Trilye ismini. Zira trilye Latincede kırmızı balık demekmiş.


Trilye ne demek bilmiyorum ama müslümancası olan Zeytinbağı isminin tam karşılı bir yer.


O kadar çok zeytinyağı almışız ki çok fazla tüketmemize rağmen hala ordan aldığımız yağları kullanıyoruz.


Bence egenin yağı ve zeytini daha güzel oluyor.


Ben rahatsız olmuyorum gerçi ama marmara'nın zeytin yağında koku oluyor. Fakat egeninkinde çok daha hafif oluyor o koku. Bana göre mis gibi bir koku ama gene de lezzet açısından da egenin zeytinini tercih ederim. Bilhassa Altınoluk civarınınkini.







Gezilecek yerlerin başında Aya Todori Kilisesi yer alıyor. Fatih camii ismiyle ibadete açık. Fetihten sonra camiye çevrilmiş. Sonradan cami de olsa kiliselerin o genel kasveti oluyor bu yapılarda. (Bkz. Ayasofya) Ama iki kültürün birleşimindeki şirinlik de başka bir durum.


Osmanlı fethettiği yerlerde fethin sembolü olarak genelde bir kiliseyi cami yapmış diğerlerineyse hiç dokunmamış. Halbuki garplılar senelerce Osmanlı hakimiyetinde olan Budapeşte'deki bütün camileri kiliseye çevirmişler ya da yıkmışlar. Sadece Gül Baba türbesindeki mescid kalmış sanırım. Yeni mescidleri saymıyorum tabi ki.


(Macaristan gezisiyle alakalı da bir post hazırlanabilir aslında)


İspanya da keza aynı şekilde Endülüs'ten Elhamra Sarayı'ndan başka ne kalmış geriye... Gözünü seveyim kültürümün.


Trilye'de yedi kilise varken bunlardan üçü halen ayakta kalabilmiş.





Tarihte duvarlarına ilkkez resim yapılan kilise olarak bilinen Kemerli Kilise de acil restorasyona başlanmazsa yok olup gidecek.


Üçüncü kilise ise özel mülk olarak kullanılıyor. Çok garip, görünce inanamadım. Kilise.. içinde insanlar yaşıyor.. "Orda bunalıma girer insan" dedim kendi kendime.







Trilye'yi bir de kuş bakışı seyredelim diye Çamlıkahve'ye çıktık. Harika bir manzarası var. Tavsiye ederim. Çayınızı kahvenizi yudumlarken deniz-kasaba manzarası iyi gidiyor. Fakat gözlemesini pek sevmedim.





Ertesi gün dönüş yolu programımıza Bursa'yı da dahil ettik. Bu kadar yol gelip de Ulu Camii ziyaret etmeden Bursa'dan birkaç havlu almadan dönülmez herhalde.



Bayramın tadı büyüklerle, akrabalarla çıkıyor bu kesin. Bu kurban bayramında da tatilin kısa olmasından dolayı İstanbul'dan ayrılamadık. Biz yalnız olsak gene de giderdik ama oğlana eziyet olacaktı bir gün orda bir gün orda, uzun uzun yollar.. Bir de domuz gribi :) Ne yapsınlar bu sefer bizimkiler geldiler elimizi öpmeye :)




Bu bayramda da Altınoluk'a gitmeyi istedim zeytinyağı almaya :)
Ama bu sefer olmadı.

29 Kasım 2009 Pazar

Domuz gribi bizden korksun

Kim demiş salgın var diye..
Alış veriş merkezleri tıklım tıklım. Araba park edecek yer yok. İçleri iğne atsan yere düşmez.

Bugün ilkkez Ömerciği annane ve dedesine bırakıp sinemaya gidelim dedik.
O da ne, ek matineler koymuşlar onlar bile dolmuş. Çok geç saattekileri de biz bekleyemezdik. İki alış veriş merkezini kolaçan edip eve döndük.

Doğumdan sonraki ilk sinema girişimimiz başarısızla sonuçlandı ama başbaşa gezmiş olduk ilkkez :)

Siteden çıkmadan 'oğlumu özledim' dedim :)

İşe başlayınca görücem ben özlemek nasıl oluyormuş..
Sağlık olsun..

Ama AVM'lerden anladığım kimsenin H1N1 filan taktığı yok.

26 Kasım 2009 Perşembe



İşte benim leopar oğlum.

Herkese güzel bayramlar...

25 Kasım 2009 Çarşamba

Haftasonu

Cumartesi gene kalabalık bir grup misafirim vardı. Çok eğlenceli bir grup.
Çok güzel (sadece bence değil gelen arkadaşlarım da beğendiler) mamalar yaptım.

İşte bir tanesi havuçlu kek:



Arkadaşlarımdan bazıları diyetteydi. (Bir tanesi diyetisyenle 20 kilo kadar verdi ve şimdi süper görünüyor) Az az yenince bir çok şey arttı.
Buna üzülsem mi sevinsem mi bilemedim :))

Bir aydır eve yaklaşık 50 kişi geldi-gitti. Bunların içinde uluslar arası yolculuk yapmış olanlar da var. Hatta bir arkadaşım Kanada'dan geldi. Domuz gribi filan ağzımızdan düşmüyor ama...
Ama ne yapalım.
Salgın meselesinin geçmesini beklersek kimseyle görüşemiycez.


Pazar günü ise çoktandır istediğim bir yere gittik.
Ortaköy..






En son hamileliğimin başında arkadaşlarımla gitmiştim.
Şimdi de ailece gidip kumpir yedik.
Oğlum ilkkez kumpir yemiş oldu. 9 aylık ömründeki ilk kumpiri :)
Sonraaaaa, ilkkez Ortaköy camiine yani Büyük mecidiye camiine girdi.
Bir de Küçük Mecidiye camii vardır. Ortaköy'den Beşiktaş'a giderken sağ tarafta. Onun da içi çok güzeldir.
Dönüşte de baklavamızı Karaköy güllüoğlunda yedik.

Bu yazı da böyle bol gıdalı oldu...

23 Kasım 2009 Pazartesi

Domuz gribi ile ilgili...

Dedikodular heryerde..
Ne okusak "aa evet doğru" diyip fikir değiştiriyoruz.
Yöneticilerimize güvenmemek bizde geleneksel oldu. (Doğal olarak tabi ki)
Doktorların herbiri başka şey söylüyor.
"Siz dışarda çalışıyorsunuz yaptırın, ama bebek çok küçük"
"Asıl bebek aşı olsun onun korunması daha önemli, hem o risk grubu"
"Aşı maşı olmayın, kobay mısınız siz"
"Mutlaka aşılanın, hasta olursanız kullanacağınız ilaçların yan etkileri daha fazla"
filan filan filan...

Hükümetle ilgili de çok ilginç, komik yorumlar var.
- Başbakan aşı olmıycam dedi ama gizli saklı aşı olmuş.
- Niye ilk önce hacı adayları aşı oldu? Önce kendi yandaşlarını aşılıyorlar da ondan. CHP'liler ölsün istiyorlar.
:))) hacılar milyon çeşit insanla karşılaşmıycaklar ya, hacca gidenlerin hepsi AKP'li ya :)
Tamam kardeşim kimse kimseye güvenmiyor bu zamanda ama işin gözünü de çıkarmamak lazım.
Bu adamlar ne yapsalar zaten suç.
Aşıyı erken aldılar diye "milleti kobay yapmak"la suçlanıyor.
Geç kalsalardı "bu ne sorumsuzluk" olacaktı.
Komik işte..

Ben de bu bilgi çöplüğünde yeni gelen bir maili paylaşmak istiyorum. Bu aşının üretim şekliyle, koruyuculuğuyla ve WHO ile ilgi ilginç şeyler var mailde:

5 yılı aşkın bir süre gerek medikal departmanlarında gerekse pazarlama alanlarında- şu anda “aşı üreticisi” olarak da ismi geçen firma dahil- İlaç Sektöründe- çalışmış bir İmmünolog ve uzman hekim şapkamla, bu dünyayı; suyun diğer yakasından detayları ile görme şansına sahibim. Dolayısı ile hepimizi, ailelerimizi ve evlatlarımızı ilgilendiren bu konuda bilebildiğim, öğrenebildiğim her şeyi sizlerle de paylaşmak isterim.

İzin verirseniz konunun herkes tarafından algılanması için olabildiğince anlaşılır ifadeler kullanmaya çalışacağım. Domuz gribi, adından anlaşılacağı üzere aslında domuzlara musallat olan bir grip cinsi. Ve zaman zaman besi hayvanları üzerinde ciddi salgınlar yaparak önemli ekonomik kayıplara neden olabiliyor. Yeni ortaya çıkan bir virüs de değil; yıllardır besi hayvancılığının baş belası olarak özellikle yurt dışında iyi tanınan ve korkulan bir virüs. İlk büyük “domuz gribi” salgının 1918’de olduğunu düşünürsek..

Virüsler, yaşam süreçlerinde evrim geçirmekteler ve daha dayanıklı, daha uzun yaşayan formlar haline gelmeye çalışmaktalar. Domuz gribi virüsü de diğer grip virüsleri gibi virüsün evrimi süresince ortaya çıkan türlerinden birisi. Hayvanlara musallat olan bu virüsün ortaya çıkan yeni türleri ile de insanlara bulaşabilir ve onlarda da hastalık yapabilir hale gelebilir. Bu durumdaki virüsler, zootonic (hayvan kökenli) grip vakalarına neden olabilir.

Domuz gribinin semptomları ve kliniği, normal gripten daha ağır ve tehlikeli değildir. Bu yüzyıl içinde domuz gribi salgını en son 2007 yılında Filipinlerde olmuş ve en büyük domuz telefatlarından biri yaşanmış. Şu anda ABD’de 1 milyonun üstünde domuz çiftliğinin varlığından ziyade, Dünya Sağlık Örgütü (WHO), Obama’nın endişesinin temelidir…Hayvanlar arasında bu tip salgınlar yaşandıktan sonraki yıllar içinde de virüsün insanlarda salgınları tetiklemesi nadir değil. Çünkü, hayvanları kurtarmak için yapılan ilaçlamalar; yani virüse karşı saldırı, virüsün bir kaçış yolu geliştirmesine neden oluyor ve kendilerine en yakın canlıda yaşamak üzere değişim geçirebiliyorlar.

Literatürler, bu sene ortaya çıkan Domuz Gribi vakalarının, bu virüsün insanlara bulaşması ve bildiğimiz GRIP hastalığını yapması olduğunu düşündürüyor. Ancak H1N1 İNFLUENZA için Dünya Sağlık Örgütü 11 Haziran 2009’da pandemi (faz 6) alarmı verince işler karıştı… Aslında, domuz gribi olanların diğer grip hastalarından daha da talihsiz bir durumu yok. Bu yıl ki olayın özelliği, virüsün daha öldürücü olması değil, son yıllardaki en hızlı yayılan virüs olmasıdır.

Peki yaygara-demeçler-telaş neden? Bunun en kolay cevabı komplo teorileri üretmek. Maalesef özellikle ülkemizde bu konuda ayrıca bir becerimiz var. Akla ilk gelen aşı firmalarının bu konuyu alevlendirmesi ve üretilen aşılarla inanılmaz karların elde edilmesi… İnanılması gayet mümkün bir teori ve yıllarca ilaç sektöründe çalışmış biri olarak, ilaç devlerinin fırsat varsa böyle bir fırsatı kaçırmayacaklarına eminim…İlaç sektöründe “disesase management=hastalık yönetimi” denilen bir yöntem ile önce belli bir hastalığın altı çizilir; sonra da o hastalıkla ilgili ilaç piyasaya verilir ve satışın maksimum olması hedeflenir.

Ancak bir konuyu da atlamamak gerekiyor. O da, öncelikle ilaç endüstrisi dünyada en çok ve sıkı kontrol edilen sektördür. Bu tip manipülasyonlar, her zaman geri tepme riskini de beraberinde taşır. Tek bir ilacındaki hata yüzünden pazardan silinen ilaç devleri vardır.

Böylesi olaylarda olayın faturası, ilaç şirketinden çok o ülkenin sağlık otoritelerine kesilir. Çünkü sağlık otoriteleri, o ilaçları en ince detayına kadar incelemek ve ruhsat verme yetki ve sorumluluğundadır. Özellikle hayatı tehdit eden hastalıklar ve tedavilerinde bu tip manipülasyonları n yapılma ihtimali çok düşüktür ve astarı yüzünden pahalıdır; daha suya sabuna dokunmayan durumlarda yapılabilir. Bununla ilgili gerçek bir örneği, yazının sonunda paylaşacağım.

Aşı konusuna gelince.. Aşı, üretilmesi en zor ve en riskli ilaç benzeri üründür. Bugün emniyetle kullanılabilecek bir aşının, ortalama imalat süresi minimum 18 aydır. Yani bir aşı üretim planlayıcısı, 18 ay sonraki aşı talebini belirleyip üretim talimatı vermelidir ve bunlar milyon dozlar olarak üretilir. 18 ay sonra durum, hiç tahmin etmediğiniz gibi çıkabilir… Ya ihtiyaç azdır milyonlarca doz aşı çöpe gider, ya da çoktur elinizdeki stok erir ve herkes size saldırır. Siz de hem kazanamadığınız para için hem de kaybolan itibarınız için tasalanırsınız.

Bu realite nedeniyle dünyada aşı üreticisi firma fazla değildir ve genelde diğer grup ilaçları ile aşı satışında ortaya çıkacak zorlukları telafi planları yaparlar. Böylesi bir dinamikle çalışan bir sektörde, manipülasyon yapma imkanı son derece zordur..

Peki şu anda aşı firmaları, peynir ekmek gibi aşı mı satıyorlar?.. HAYIR çünkü aşıları yok. Dikkat edin Türkiye’de Bakanlık, “aşı aldık ; alıyoruz, geldi- şimdi geliyor” diye gürültü koparıyor… Düne kadar hiç domuz gribi aşısı olan var mıydı?..YOKTU. . Aşılar henüz, belirli sayıda gelecek ve Bakanlık öncelik belirlemek zorunda..

Şimdi bir de başka bir açıdan bakalım acaba bu yaygara niye. Aslında medya aracılığı ile koparılan “felaket haberleri”, dikkat ederseniz ülkelerin sağlık otoritelerinden (Sağlık Bakanlıklarından) geliyor. Bilim adamları arasında çıkıp, üstüne basa basa felaket tellallığı yapan yok. Ama ülkedeki en büyük sağlık otoritesi yani Sağlık Bakanlıkları, “ciddi ve korkutucu açıklamalar” yapmaya başlayınca onlarla baş etmenin pek yolu yok.

Sağlık Bakanlıkları niye bu kadar ön plana çıkıyor derseniz, farklı bir şey bildiklerinden değil onlara ulaşan uluslararası alarm sinyalleri çok kuvvetli oldukları ve harekete geçmezlerse başlarının derde gireceği kaygısından... Dünyadaki Sağlık Bakanlıklarını bu kadar telaşlandıran kim? WHO (Dünya Sağlık Örgütü)…

WHO, en az 10 yıldır giderek itibar kaybediyor. AIDS’de çuvalladı. Bazı ülkelerde “Tüberküloz=Verem” tarihin en yüksek boyutlarında ve dünyadaki en büyük sağlık organizasyonu, yıllardır doğru dürüst bir iş yapmıyor.

Peki WHO’nun kaynakları ne dersiniz: Tüm üye ülkelerin yatırdığı fonlar…WHO, böyle etkisiz olmaya devam ederse bir süre sonra varlığı bile sorgulanan bir örgüt haline gelecek. Halihazırda tüm ülkelerin sağlık otoriteleri için “kıble” WHO.

Peki WHO ne yaptı; bu yıl ki “zootonic” domuz gribi salgınını biraz fazla abarttı. Bunun kötü bir tarafı da yok aslında... “Korunun temiz olun, elinizi ağzınıza burnunuza sokmayın, sağa sola tükürmeyin” gibi özellikle bizim gibi ülkelerin ihtiyacı olan telkinleri görsel ve işitsel bir kampanyaya dönüştürerek bir bilinçlendirme stratejisi için aslında masum olan Domuz Gribi epidemisini kullandı ve fakat kantarın topuzu kaçtı. WHO gibi bir otoritenin gereğinden fazla konunun üstüne gitmesi önce ülke sağlık otoritelerinde; onların dikkatsiz ve öngörüsüz beyanları, halkta paniğe yol açtı. “Okul kapatmalar, ölüm haberleri ve Sağlık Bakanlığı’nın medya ile iletişimindeki tecrübesiz ve öngörüsüzlüğü” kartopunu, tepeden aşağıya yuvarlamaya başladı..

Bu kartopu etkisini, aşı üreticileri bile tahmin edemediler. Etseler iyi olacaktı ama olmadı. İlginç bir şekilde aşı firmaları –özellikle ABD de federal sağlık otoritesinin talebi üzerine- “acele” aşı üretmeye giriştiler. Kendileri de şaşırdılar ama ABD aşı firmalarına ilk parti olarak tam 5 milyar doz sipariş verdi (Türkiye 43 milyon doz istedi). Ama aşı yok. Firmaların 18 aydan önce aşı yapamadığını hatırlayın...

Haziran ayında WHO izole virüs örneklerini firmalara verdi ve haydi çabuk aşı yapın dedi. Süratli aşı yapabilmek için de aşı firmaları eski model üretim tekniklerini kullanmak durumunda kaldılar ve başta WHO olmak üzere sağlık otoriteleri de eski model üretime göz yumdu. Firmalar deli gibi aşı hazırlamaya başladılar ve Ağustos ayında ilk partiler üretilip analize sunuldu. Alelacele de kullanılmaya başlandı. Ama küçük bir sorun vardı; bu virüs tipi ile hiç aşı geliştirmedikleri için ve eski model bir yöntemi kullandıkları için aşılar istenilen koruyuculukta değildi ve yeteri kadar antikor oluşturamıyordu… Şimdi “aşı firmaları”, bir yandan panik içinde aşı üretip bir yandan da aşının koruyuculuğunu artırmaya çalışıyorlar ve muhtemelen işin sonunda zarar edecekler: Çünkü yaptıkları kontrattaki miktarları zamanında teslim edemeyecekler, bu tazminat demek.. Ayrıca aşıların birçok partisi, analizleri geçemeyip çöpe gidecek ;bu zarar demek. Şu anda ilk kargaşada bu işe atlamış 3 firma dışında sadece Çinliler domuz gribi aşısı üretiyorlar onlar da kendi iç kullanımları için. Kimse de bu iste tatlı para olduğunu artık düşünmüyor.

Şimdi gelelim bu yaygara nerden çıktı konusuna…Şu anda WHO’nun tepesinde Çinli bir yönetici var; Dr. Margaret Chan. Aşağıdaki linki tıklayıp Dr. Chan’in hangi konuda uzman olduğunu ve hangi tip salgınları yonettiğini de bir okursanız artık kalanını siz yorumlayabilirsiniz. http://www.who.int/dg/en/index.html

Gelelim domuz gribi aşısına. Bu ne menem bir şey ki herkes peşinde ve yaptık yapacağız diye ortalık ayağa kalktı. Yukarda ilaç firmalarının, zaman darlığı nedeniyle aşıyı eski yöntemlerle yaptığını ve otoritelerin buna göz yumduğunu söylemiştim. Yöntemlerdeki fark şu: Bugün tüm grip aşıları, memeli hayvanlardan elde edilen doku kültürlerinde üretilir ve memeli bir canlı olan insana en yakın antijenik (hastalık yapıcı) özellikte olmasına dikkat edilir ki aşıya ait komplikasyonlar -özellikle alerji- olmasın. Bu da yaklaşık 18 aylık bir süreci gerektirir.

Domuz gribi aşısı ise şu anda acele nedeniyle nerdeyse antika sayılacak bir yöntemle tavuk embriyosunda üretiliyor. Yani virüs tavuk yumurtasına enjekte ediliyor. Orda kuluçka ediliyor. Virüsler tavuk yumurtası ile beslenerek kontrollü çoğaltılıyor. Birkaç hafta içinde kuluçka bitiyor ve oluşan virüsler inaktive edilerek aşı yapılıyor. Bu, aşının ilk tarifi ; “Louis Pasteur”den kalma yöntemler ama hızlı.. Böyle yapılan aşıya gelince:

Aşı etkin olmayabiliyor. Nitekim Domuz gribi virüsü yeterince kuluçka olamıyor. Tavuk yumurtasında bulunabilecek potansiyel alerjenler aşıyla kucak kucağa geziyor yani ciddi ve çok yan etki riski artıyor..Batch-to-batch consitency denilen “partiden partiye devamlılık” yani kalite standardı tutmuyor ;benim aşımla sizin aşınız farklı olabiliyor. Üretici için bir problem de ciddi aşı firesi oluşması..Her yumurtadan civciv (aşı) çıkmıyor. İşin sonunda maliyet çok yükselebiliyor. Bu tip aşının “esas tehlikesi” şu: Aşının antijenik özelliğini artırmak için insan vücudunda kuvvetli antikor oluşturan bazı mikroplar aşıya karıştırılarak gücü artırılmaya çalışılıyor. Yani bu ekstra mikroplar, vücutta önce “erleri –sıradan-(antikor)” yapacak sonra bu askerler beraber gelen ölü domuz gribini tanıyıp vücudu koruyacaklar. Olmuyor mu oluyor ama 50 yıl önceki aşılar kadar. Bu amaçla en çok kullanılan mikrop Koch basili (verem mikrobu). Bu basil, geleneksel yöntemle öldürülüp aşıya karıştırılıyor ve aşı iki etapta etkin olabiliyor (verem mikrobu tedirgin edici olmamalı; çünkü bu aşıyla verem olunmaz ama modern bir üretim biçimi değil) Aşıya yapılan bu takviyeye “adjuvant” adi veriliyor. Aşıyı adjuvanla yapmak, aşı komplikasyonları nı artırabilir, onsuz yapmak etkinliğini azaltabilir… Simdi üreticiler bu konuda tabiri caizse, ne halt edeceğiz diye düşünüyor. Ola ki elinize bir aşı geçer üzerinde “ with adjuvant” veya “without adjuvant” yazma zorunluluğu var. Türkçesi, “iki ucu şeyli değnek” demek. Bizim Bakanlık ne yapıyor. Gecen haftadan beri, bu işin en tepesinde ve medyaya sık çıkan kişiden alınan bilgiler, 43 milyon doz aşının 3 farklı firmaya sipariş edildiğini ortaya koyuyor.Firmalar Ekim ayında teslim edeceklerini söylemişler daha bir kutu bile gelmemişti; düne kadar. Çünkü üretilemiyor üretimde ciddi sorunlar var.

Bakanlık hem WHO’ dan gelen alarm nedeniyle panikte hem de sayın başbakanımız “halkımı aşısız bırakmayın” diye talimat vermiş. Bu işi iyi bilen çok ciddi insanlar bakanlıkta mevcut, ama emir demiri kestiği için sesleri çıkamıyor biran önce aşı bulmaya çalışıyorlar. Hatta Ankara’daki Hıfzısıhha Enstitüsü bile kendi çapında aşı yapmaya girişmiş. (Yumurtaları falan delip duruyorlar.) Herkese iş çıkmış yani.

Her gün önce hangi “safları” aşılayalım diye plan üstüne plan yapıyorlar. Aşı miktarları azaldıkça da her gün hedef küçültüp değiştiriyorlar. Paralar WHO kredisinden geldiği gibi ; tabi ki faiziyle geri ödenecek. Böylesi bir bilinçle, WHO’nun adeta bastırmasıyla aşılarımız geliyor.

Peki bu kadar laf kalabalığından sonra “kıssadan hisse” nedir?
Domuz gribi, normal gripten daha tehlikeli değildir.
Normal gripten korunur gibi bundan da korunmak lazım; formül basit, hijyen kurallarına dikkat: Elini her yere sokma ; özellikle ağzına burnuna..
Tuttuğunu şapır şupur öpme.
Dünyanın en erkek erkeğe el tutuşan, öpüşen ülkesinde yaşadığını unutma; hemcinsinden biraz uzak dur. Karşı cinsin zaten bulaşmıyor...

Bu ilaç firmalarının oyunu mu.. Bu kez değil galiba; çünkü onlar da “domuzların” altında kaldı. WHO, kaş yapayım derken göz çıkardı.

Aşı olalım mı?. Şu anki üretilen aşı ile hayır. Her yıl normal grip aşısı oluyorsanız da aşağıdaki linklerden “aşılar” ile ilgili gerçekleri öğrenmenizi öneririm..
Son olarak aşağıdaki linklerden sonra, “hamilelerde aşı” konusunda bir Prof Dr. Esat Orhon’un fikirlerini ve bilimsel verileri katarak hazırladığı bilgileri paylaşmak istiyorum.
http://articles.mercola.com/sites/current.aspx
vaccination carries enormous potential to do serious damage to your health

Selam ve sevgilerimle,
Uz.Dr.Hasan Ali Nogay,PhD
Sualtı ve Hiperbarik Tıp Uzmanı,İmmünolog

Hamilelerle ilgili olan kısmı ben buraya almıyorum. Ama o konuda da aşıyı tavsiye etmiyor.

Hadi bakalım buyrun burdan yakın...

20 Kasım 2009 Cuma

Tutunuyor



Minik sıpa ekimin son gününden beri tutunuyor.


İlk önce minik beşiğinin kenarlarına tutundu diz çökmüş vaziyette yataktan anne ve babasının odasını keşfe başladı.


Ertesi gün salondaki sehpaya tutundu.


Sonra büyük beşiğinin kenarına tutunup hooop ayağa kalkmaya başladı.


Şimdi heryere tırmanmaya çalışıyor. Ben koltukta oturuyorsam dizime, çekmecelere, koltuklara..


Henüz üzerlerine çıkamıyor koltukların ama balerin gibi parmak uçlarında duruyor. Bazen de kayıp küüt düşüyor. Bazen ağlıyor bazen hiç istifini bozmadan tırmanmaya devam ediyor.


Halının üzerine battaniye serdim. Battaniyenin tüylerini yemesin diye de nevresim geçirdim. Ama o gene de boş yerlerde daha çok vakit geçiriyor. Tahtalara hatta fayanslara şapşap vurmaya bayılıyor. Ben de karnının üstünde oralarda oynamasını istemiyorum üşütür diye. Götürüp koyuyorum halısının üstüne dakka geçmeden gene gidiyor soğuk yerlere :)


Emekliyor, uygun adım rap rap şeklinde.

Ama sürünmek kolayına geliyor. Bir şeyi almaya azmettiyse hızlı gitmek için sürünüyor, fıytık fıytık..


Heryeri, herşeyi yemeye çalışıyor.


Sehpayı, koltukları, kabloları, halıları, mama sandalyesinin ayağını... Bizim evin mikrobuna alıştı çocuk.. Bazen yerleri yaladığı da oluyor.


Aç mı aç değil..


Dişleri ah o dişleri.. Çıksa da kurtulsa benim pamuk helvam..



16 Kasım 2009 Pazartesi

Acılı bir dostum

Eski, ama yakın bir arkadaşımla konuştum geçen hafta.

29 haftalık doğan oğlu 71 gün küvezde kalmış ama daha fazla yaşayamamış.
Ne diyeceğimi bilemedim.
"Allah sabır versin, başka acı vermesin. Gene bebeklerin olur inşallah... Benim annem de ilk bebeğini doğumda kaybetmiş, bak bana eşşek kadar oldum" dedim.
Dedim ama hepsi boş...
"Allah belki bana gene bebek verir o zaman acım belki hafifler ama asla yok olmaz. Ben çocuk özlemi çekmiyorum tek bir çocuğun özlemini oğlumun özlemini çekiyorum. Düşünsene ben 2,5 ay hergün onu görmeye gittim. Uyurken nasıldı, ağzı nasıldı, yüzü nasıldı, nasıl ağlardı hepsini biliyorum. Şimdi acımla başa çıkmaya, hayata tutunmaya çalışıyorum. Allah'tan gelene boynumuz kıldan ince, ne kadar içim yansa da isyan etmeden sabretmeye çalışıyorum." diyor.
Canım benim...
Neşelidir benim arkadaşım. Ama şimdi ağlamaktan doğru dürüst konuşamadı. Bunların bir kısmını facebook'a yazmış.
Lise arkadaşım. Hatta biz liseye ilkokuldan sonra girdiğimiz için 11 yaşından beri arkadaşım.
Ne günlerimiz vardı.
Ne hayaller..
Duygusaldır benim arkadaşım ama bir o kadar da kahkahalı. Güzel yazar, güzel söyler..
Şimdi ise acılı, konuşamıyor.
Canım..

Allah ona sabır versin,
Allah kimseye evlat acısı vermesin.

8 Kasım 2009 Pazar

Ne gündü ama!!

  • Günlerden cumartesidir.
  • Sabah uykusunun en tatlı olduğu gündür.
  • Haftanın yorgunluğunu almak bu güne nasip olmalıdır.
  • Fekat! Heyhat, kader ağlarını örmeye başlamıştır.
  • Sabah oğlişkom erkenden çok erkenden bizi uyandırır.
  • Zatı alileri evebeynlerinin yatağına alınır belki, kim bilir, bir miktar da burada uyurlar da anneciği ve babası da tam açılmamış gözlerini uykunun sıcak kollarına geri bırakıverirler diye ümit edilir.
  • Ancak uğraşlar sonuç vermez sarı kafa pür enerjili bir sabah modundadır.
  • Madem uyuyamıyoruz kalkalım da kayınbiraderi yoldan alıp organik pazara gidelim kahvaltımızı da orda yapalım diye hızlıca bir eylem planı hazırlanır.
  • Giyinilir, kuşanılır.
  • Ve çıkılır.
  • Arabanın anahtarının kilidi açan düğmesine basılır.
  • "Aaa niye açmadı ki bu. Dur bir de benim anahtarımla deneyeyim. Aaaa bu da açmıyor. " denilir.
  • Eski usulle anahtarı kilide sokup arabanın kapısı açılır.
  • Sorun ne ki diye düşünülürken arabanın da çalışmadığı fark edilir.
  • Meğer en son arabanın kullanıldığı gün iç lambanın açık bırakıldığı bu sebeple de akünün şarjının bittiği fark edilir.
  • Yuhlar tühler vahlar çekildikten sonra şimdi ne yapacağız moduna geçilir.
  • Servis aranır ancak en yakın servisin 1 saat kadar sonra anca gelebileceği öğrenilince komşunun arabasından şarj etmeye karar verilir.
  • Komşu sabah sabah yataktan kaldırılır.
  • Kimsede şarj kablosu olmadığı için yakındaki benzinlikten şarj kablosu alınır.
  • Geri dönüp akü şarj edilir.
  • Nihayet düşülür yollara.
  • Az gidilir uz gidilir nihayet Beşiktaş'tan kayınço alınır.
  • Cümbür cemaat Feriköy pazarına gidilir.
  • Kalabalığa şaşılır, "aaaa" denilir. Ama arabayı gene de pazarın önündeki boş alanda park edecek bir yer bulunur.
  • Sonra açlıktan ölmeden kahvaltı edelim diye gözlemeci teyzelere koşulur.
  • O çook güzel börekten kalmadığı öğrenilir. Poğaçalardan alınır, gözleme sırasına isim yazdırılır masalardan biri boşalınca oturulur.
  • Beklenir.
  • Beklenir.
  • Beklenir.
  • Beklenir.
  • Beklenir.
  • Beklenir.
  • Beklenir.
  • Çok beklenir.
  • Nihayet otlu peynirli gözlemeler gelir. Ve afiyetle yenir.
  • Boğazlar meselesi halledilince sıra alışverişe gelmiştir. Pırasa, soğan, patates, mandalina, elma, taze fasulye filan filan alınır. Uzun uzun gezilir.
  • Aaaa bal kabağını unuttuk denip bal kabağı da alınır.
  • Sıcaktan bayılmış olarak arabaya dönülür.
  • "Ulan o ne!!!"
  • !!!
  • "Bizim arabanın camının yerlerde ne işi var" denir.
  • GPS'i çalmak için camı patlatan manyakların arka koltuktaki sırt çantasına uzanıp hatun kişinin cüzdanını ve telefonlarını almayışına şükredilir.
  • Sigorta şirketi aranır.
  • Camcıya telefon edilir.
  • Maslak oto sanayisine gidilir.
  • Cam taktırılır.
  • Uslu uslu eve dönülür.

Camı patlatıp da içerden birşeyler çalma en çok zengin muhitlerde yapılıyor. Mesela Bağdat Cd.

Sakın sakın görünür bir yerlerde birşeyler bırakıp arabadan ayrılmamak gerekiyor. Bizim için çok uyduruk birşeye bile tenezzül edip günümüzü berbat edebiliyorlar.

GPS'imiz bizim için uyduruk değildi gerçi :) Ucuz bir şey almıştık. Ama seviyorduk Sementa'yı :) Ne tatlı konuşuyordu.

Hey gidi Sementa, özliycez seni.

5 Kasım 2009 Perşembe

Enerji

Minik sincap tutunmaya başladı.
Sehpaya tutunuyor ve hoop parmak uçlarında..
Nasıl da yürümek istiyor..
Ama daha çok erken. Biraz yan gelip yatmanın keyfini çıkarsana be çocuk..
Yatağının kenasına tutunup kalkıyor. Yorulunca da güüm diye düşüyor yatağına.
Kabloları nasıl kapatacağımı bilemiyorum.

Konuşma meselesi ise aynı, bütün enerjisini bedensel aktivitelere vermiş durumda, zihinseller beklesin :) 'Annei' 'bababa' 'abla' (ablası kim bu çocuğun) bunları duyuyoruz zatı muhteremden.

Ben 6 aylıkken askerdeki babamla konuştuğumuz telefonu gösterip 'alo baba' diyormuşum. 8-9 aylık komuşumuza ismiyle hitap eiyormuşum 'Hacer Hacer' diye. Gene o vakitler otobüsteki 4-5 yaşındaki çocuğa 'çocuk' diye biliyormuşum. Bizimkinin hiç o taraklarda bezi yok. Varsa yoksa etrafı keşfetsin. Kolonlara, kablolara saldırsın. Annesinin kolyesini koparmaya çalışsın.

5 aylık gibi başlamıştı 'anne' 'babababa' 'dedede' demeye. Bizim oğlan erken konuşcak diyordum kendi kendime ama alakası yok :) O zamanlar bir bebek mağazasında alışveriş yaparken bizimki bıcır bıcır birşeyler söylüyordu. 3-4 ay daha büyük bir bebeğn babası bizimkinin kaç aylık olduğunu öğrenince "aaa bunun dili erken çözülmüş" dedi.
Geçen gün bunu anneme anlattım. "işte o adamın nazarı deymiştir" dedi :) Olabilir tabi de bence onun değil benim nazarım deydi :)
Neyse nasıl olsa konuşur, erken konuşunca madalya vermiyorlar. Hem erkekler daha geç konuşuyor dimi.

------------------------------------------------------------------

Geçen gün yeni komşularımı ağırladım. Hepisi çok şeker insanlar. Hoş sohbet ve şakacılar, tam benlik :)
Gene içlerinden çok sevdiğim bir komuşum oğlumu resmen yedi. Yenmiycek gibi değil velet biliyorum :) ama şu domuz gribi meselesi bu kadar ayyuka çıkmışken ne gerek var o kadar sevmeye. Bir de bu hanım bir ilköğretimde öğretmenlik yapıyor. En tehlikeli iş. Nasıl içim gidiyor o kucağımdan aldıkça. Birşey de diyemedim. Ama bir daha bu durum olursa söyliycem "bu kadar sevme bebeğimi" :)
Evet neticede olacaksa olur Allah korusun ama biz tedbirimizi alalım dimi...
Düşününce bile içim kötü oluyor. Zaten yaş ufaldıkça daha tehlikeli olduğu söyleniyor. Biz koca kadınlarız. Bizlere de bulaşmasın ama bulaşırsa atlatırız Allahın izniyle ama o minicik daha.

Allah'ım bütün bebekleri sen koru...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...