29 Aralık 2009 Salı

Noel mi



Bu esasen masum bir şuursuzluk değil de

bilinçli bir kimliksizleştirme yıllardır süre gelen.


Oruç tutuyorsun ama gönül rahatlığıyla Ramazan bayramı diyemiyorsun 'şeker bayramı'.

Kurban bayramı diyorsun ama kurban kesemiyorsun 'vahşi' olmamak adına.


Eee bir yıl bitti yenisi geldi hadi kutluyalım diyorsun

ama ilahiler eşliğinde çam ağacı süslerken buluyorsun kendini.

Balkona tırmanan noel babalar.

Biz kimiz Allah aşkına.

Not:Resimle yazının alakası noel babadan ibaret. Daha güzel bir noel baba bulamadım ne yapayım :)



Buarada oğlum hala sağdığım sütü biberonla içmemek için ısrar ediyor. Annanesi kaşıkla içiriyor birkaç yudum.
Dün akşam kalan süte ekmek ufaladım akşam yemeğinde vermeye çalıştım. Bu sefer de kusmaya kalktı sıpa!!!

24 Aralık 2009 Perşembe

Çiçeklerim

Dün iş başı yaptım.
Henüz iş yapmıyorum.
Laptop'a format attırdım. Gerekli programları kurucam projeleri ekliycem. Ön işlemlerle geçecek bu hafta.

Oğlum dün güzel vakit geçirmiş. Annanesini yormuş :)
Önceki gün sağdığım sütü biberonlara vermeye çalışırken annemi çok zorlamış. Almak istememiş. "Biberonla adaçayını içiyor ama süt verdiğimde eliyle ittiriyor" diyor annem.
Çok çok az bir süt bırakmıştım. Bugün ise baya bir süt bıraktım. Sabah konuştuğumda annem gene veryansın ediyordu süt içmemesiyle alakalı.
İçmezse eğer çok üzülücem inşallah içer. Emmesinde bir sorun yoktu çünkü.

Resimdeki çiçeklere gelince, ince ruhlu kocamdan. Mutlu başlangıçlara..

23 Aralık 2009 Çarşamba

İşteyim

İşte bugün işteyim.
Sonunda döndüm setteyim.
Oğlumdan ayrı güçteyim.
Bu filmin baş rolündeyim.

21 Aralık 2009 Pazartesi

Son durumlar


İşe başlamama 1 gün kala yeni bir hanım geldi temizlik için.

Aslında salı öğleden sonrası için anlaşmıştık ama yanlış anlaşılma olmuş bugün 12:30da kapıyı çaldı :))


Sonucu merak eden varsa,

ben gene aynıydım: kötü yönetici!!! Bir şeyin yapılması gerektiğini söylerken ince, ezik bir ses.

Bir arkadaşım: "kadın bana çaya gelmiş de ben ona iş yaptırmıyorum ki niye ezileyim" der. %100 haklı ama ben gene de farklı hissediyorum. Ne yapayım...

hanım: fena değildi. En azından "şunu yapmam bunu yapmam, o standartlarda yok, bu tarzım değil" demiyor. Fakat yatak odasının tozunu almadı mesela.

E ne diyim...

Bu kadıncağızın kocasının eskiden durumu iyiymiş fakat iflas etmiş. Yanında çalışanların maaşlarını filan veremeyecek duruma gelince iş yerini kapatmış. Kadın da kocasına destek olmaya çalışıyor. (Bunları da çay saatinde öğrendim tabi ki)

Zor bu işler... Ama neticede başkasına muhtaç olmamak için alın teriyle çalışıyor. Takdir edilecek bir şey tabi ki. Allah yardımcıları olsun.

Haftaya tekrar çağırmayı düşünüyorum.


--------------------------------------------------------------


Cumartesi annanemiz ve çekirdek ailemiz kahvaltıya gittik Haliç'e. Bizim tıfıl son ses çığlıklarla milletin kahvaltı keyfini şenlendirdi(!)

Zeytin yağına batırılmış organik ekmek, çeçil peyniri, yumurta sarısı işte bunlar minik solucanın kahvaltısı.

Ordan da Şişli pazarına uğradık. Mor havuç aldık. Normal havuçun biraz daha az tatlısı. Kokusu filan aynı aynı ay-nı!!


Pazar günü de meşhur alış veriş merkezi Forum İstanbul'a gittik pamuk helvamızı annanesine bırakıp. (5 saat kadar kaldılar bu sefer. Tam bir idman oldu annecim için)

Allahım ne kalabalıktı. Hele akşam üzeri biz ayrılırken otoparklar dolmuş taşmış millet arabalarını caddelere park etmişlerdi. Çok şaşırdım.. Yılbaşı öncesi olduğu için mi acaba bu kalabalık.

Bebeklerini getirenleri gördükçe bizim sıpacığı özledim. Onlarda oğlumu sevdim. Ama onla o kalabalığa girseydik çok huzursuz olurdum herhalde.


Forum İstanbul zannederim güzel bir AVM. Kalabalıktan pek anlayamadım o yüzden herhalde diyorum :) Mescidi de var. Üstelik otoparkta da değil.

17 Aralık 2009 Perşembe

Yöneticilik

En son aldığım yardımcı kadın tecrübemden sonra bu işten baya bir yılmıştım açıkcası.


Bütün gün gelmesini istemiyorum. Bebekle çok zor oluyor bütün gün temizlik. Her hafta gelecek biri lazım bana ama yarım gün. Zaten her hafta temizlik yapılınca da tam güne gerek olmaz.

Bu son gelen bayan çok alem çıktı.

"Herhafta gelirsem cam silmem" dedi mesela. Zaten her hafta cam silinmez de onun ikinci gelişi 15 gün kadar sonra olacaktı ve ertesi gün de misafirlerim gelecekti. Gene de ben camların sadece caddeye bakanlarını sildirdim ki onlar cidden hemen kirleniyorlar. Neyse bu hanfendi 3 saatte herşeyi bitirdi. Ama baktım mutfakta sadece yerleri silmiş. Niye tezgahın üstünü ve fayansları silmediğini sorunca da "Standarlarda bu iş yok, o evin hanımına aittir" dedi..!!!!


Diğer işler kime ait oluyor acaba??


Çok erken ama deyince de "Ben zevk olsun diye temizliğe gidiyorum. Evimde herşeyim var. Daha az para verebilirsin" dedi. E ben sana geleyim temizliğe diycektim.


Gene de parasını da tam isteyebilirdi bu da birşey :)


Neyse kadın beni baya bi bezdirdi açıkcası. Ondan beri de elektirik süpürgesi-vileda idare ediyoruz.


Ancak haftaya işe başlayınca ihtiyacım olacak.


Anneme belli olmaz bebek uyurken ne kadar sıkısıkı tembihlesem de istirahat et diye duramayıp temizlik yapmaya çalışabilir.


Bunu engellemek için düzenli bir yardımcı bulmak ve mümkünse işe başlamadan bulmak lazım.


Aslında biraz geç kaldım.


Birkaç kez gelmiş olması gerekiyordu ben evdeyken.


Ama ayarlayamadım işte.


Gerçi oğlum 1 yaşına gelene kadar hafta içi bir gün süt iznim olacak belki o güne ayarlayabilirim.


Ancak sorun şu ki bu sektörün çalışanları üç aşağı beş yukarı aynı. Her defasında "yok ben kendi evimi kendim temizlerim" dedirtiyorlar.


Çok iyileri varmış, kendi evi gibi temizleyenleri varmış ama onların da boş günü olmuyor haliyle.

E bu durumda elimizdekilerle yetinip işimize bakmamız lazım.



Düşünüyorum benim bir temizlik şirketim olsaydı bu tarz insanlar olacaktı çalışanlarım. Belki bir iki kişiyi işten çıkaracaktım ancak hepsi böyle olunca bir şekilde bu insanlarla işi yürütmem gerekecekti.



İşte bu mantıkla eğer ben iyi bir yönetici olursam bu işi kıvırırım diye düşünüyorum. Da.. nasıl olacağımı bilmiyorum. Nasıl davranırsam bu insanlar işlerini hem severek hem hakkıyla yaparlar hem de ben kırıcı olmam. Zira "şunu yap bunu yap" diye emirler savurabilecek bir insan değilim. Çok "ablacım, canım" olunca da takmıyorlar seni.



Yöneticilik öğrenmem gerekiyor bu durumda.

16 Aralık 2009 Çarşamba

Bugün

Bizim şurup hala gelmemiş. Bekliyoruz...


Bu sabah tek başıma alış verişe gittim. Tchibo'nun yeni ürünleri bugün geliyor ya. Ben de bu haftaki temasından birşeyler beenmiştim gideyim de alayım dedim.

Annanesiyle yalnız kalmaya da alışsın hem minik sümüklü böcek.


Güya gecelik, pijama ve eşofman alacaktım ama bunların yerine bol bol çorap aldım :)
İşte şunlardan almadım:




Bu notebook çantası gayet şıktı aslında ama karar veremedim. "İşe hergün bilgisayar taşımıyorum gerek yok herhalde" diye düşündüm.

Ama bütün çoraplardan aldım :))

Aaa... Bir de eşime hediye aldım. Bugün bizim özel ve güzel günümüz :)

12 Aralık 2009 Cumartesi

Şurup


Biz bu şurubu arıyoruz.
Doktorumuz verdi minik sıpaya gribe karşı koruması için.
Ekinezya, çinko filan varmış içinde.
Amma ve lakin hiç bir yerde kalmamış.
Aramalarımız devam edecek. Önümüzdeki hafta belki gelirmiş.

11 Aralık 2009 Cuma

İşe dönüyorum


İşe başlamama birkaç hafta kaldı. Negatif manada şafak sayıyorum.

Sanki oğluma daha çok sarılıyor, onu daha çok kokluyorum. Çok özliycem.. biliyorum. Ama evde oturmak da bana göre değil.

Hem gözüm arkada değil. Annanesi var yanında. Önce Allaha emanet tabi ki.


Aslında annanesinin yanına bir de bakıcı bulacaktık. Annem burdayken daha çok ev işleriyle ilgilensin anneme yardım etsin, o kendi evine gitmek istediğinde de bebeğime baksın diye. Böylece annem daha az yorulacak, daha az bize bağlı olcak, daha rahat haraket edecek, gezmek istediğinde fedakarlık etmek zorunda kalmayacaktı.


Ancak doktorumuz domuz gribi zavazingosundan dolayı bakıcı işini biraz ertelememizi tavsiye etti. Aslında şöyle yeni hacca gidip gelmiş aşısını da mecburen olmuş temiz bir kadın bulsak ne güzel olurdu.


Neyse şimdilik annem olacak minik solucanın yanında inşallah. Bu durumda en büyük fedakarlığı da babam yapıyor. Allah ikisinden de razı olsun ne diyim. Anne babalık evladın eşşek kadar da olsa devam ediyor işte...

9 Aralık 2009 Çarşamba

Aşı


Herkes gibi bizim de kafamız çok karışık(tı)

İşe başlamadan aşı olacaksam olmalıyım, en mantıklısı bu diye düşünmüştüm.

Sabah çocuk doktorluğunda uzmanlığını yapan arkadaşımla konuştum. Onun da bir yaşında bir kızı var. "Biz aşı olduk, kızımıza da yaptırdık" dedi.
Hadiii
Biz olalım ama bebeğe yaptırmayalım diye düşünüyorduk halbuki.
"Aşı sizi korur ama ona gene de bulaştırabilirsiniz" dedi.
Benim kafam daha da karıştı bu sayede.

Kadın doğumcumu aradım.
Bir çok sevdiğimiz güvendiğimiz doktor tanıdığımız var. Profesöründen doçentine ancak ne yalan söyliyim ben bütün doktorların içinde en çok kadın doğumcuma güveniyorum. Belki doğumumda paylaştığımız onca saatin neticesi bu :)

Canım, öyle tatlı bir ses tonu var ki insan daha sorusuna cevap bulmadan bile rahatlıyor.
"Bütün bilimsel yayınları okudum gönül rahatlığıyla yaptırın diyemiyorum" dedi.
"Kesinlikle yaptırın ya da kesinlikle yaptırmayın demek çok zor. Hastalarıma da böyle söylüyorum, kendi tercihlerine bırakıyorum. Biz yaptırmadık. Çocuklara da yaptırmadık." dedi.

O zaman ben de yaptırmıyorum :))))
Allaha emanet yaşayalım ve görelim bakalım.
Oğlum için de "Anne sütüne devam et. İşe başlayınca da sütünü sağ." dedi.
"Sen de bilhassa işe başladıktan sonra beslenmene dikkat et. Ekinezya, çörekotu, zencefil tüket. Hergün bir limonlu ballı kür yap mutlaka" dedi.

Tamam.
Sabahtan beri aşıyla bozmuştum. (Aylardır böyle ama bu sabah ya olacağım ya olmayacağım noktasına gelmiştim.) Herşeyin doğalından yana olan doğal doğumcumun bu konudaki aydınlatması ışığında en azından ikinci bir emre kadar aşısızım.

Zaten yurt dışına filan da gittiğimiz yok ki. Hüüü, ağlamak istiyorum. 6 aylık ücretsiz iznimde ne güzel gezilirdi. Oğlumun da en rahat dönemiydi. Ver mem.yi haldır haldır gez. Mis gibi!!!!
Nerdeeee...
Başka bahara.

8 Aralık 2009 Salı

Teknoloji açılımı


Daha önce yazmıştım. Ekolojik pazarda biz alış veriş halindeyken arabamızın camı patlatıldı ve navigasyon cihazımız çalındı. Demiştim. E ben bunu demiştim... :P

İşte GPS siz duramadık bu sefer NEXT aldık. Çok güzel kesinlikle tavsiye ederim. Çalınan garmin di. Uçak GPS'lerini mi ne bu firma yapıyormuş diye almışız sanırım garmini ama nexti çok beğendik. 700-800 liralık var onu değil ucuz olanı aldık biz 399 liraya sanırım.


Sonra bizim telefonlar özellikle de eşimin ki çok eskimişti. Kapanmıyordu, kapanınca açılmıyordu. Hadi başlamışken onları da değiştirelim dedik.
Samsung Star Wifi aldık. Özelliklerine göre en uygun fiyatlı olandı.
İkimiz de aynısından aldık. Ben farklı alalım dedim ama böyle olması daha romantikmiş :D
Zaten restorantta gittiğimizde de ikimiz farklı alalım iki değişik şey yemiş oluruz derim, aynı mantıkla telefonlarımız da farklı olsun dedim ayrıca biri kötü çıkarsa diğeri iyi diye seviniriz dedim ama romantizm ağır bastı.
'Ya hep ya hiç' ci galiba benim kocam.
Tanrım yeni mi tanıyorum!!!
:P

6 Aralık 2009 Pazar

Yeni Yıl Coşkusu




Millet olarak özenti tarafımız bu bizim.


Yeni yıla girmek bizim kültürümüzde böyle kutlanmıyor ki.
Böyle tüketimi empoze etmek için kurulmuş bir sistem değil bizim ki.
Bayramlarımız var, küsler barışır, uzaktakiler görüşür.
Ne tam doğuluyuz ne de batılı, böyle bir millet işte bizim ki.
Bu da şiir mi ki :))))

Sarı bir fare bugün geyikleri izledi.
Bakınız; resim.

5 Aralık 2009 Cumartesi

Sinemaaa



Aylar sonra sinemadayız.
Özlemişiz.

Minik solucanı annane ve dedesine bırakıp koştuk sinemaya.

Film 2012.
Sahneler güzeldi.
Konu diğer kıyamet filmleri gibi ama olsun ben çok beğendim.

Filmi izlediğimiz salon kötüydü, en arka sıradaydık fakat ekran oturduğumuz yerin daha aşağısında olduğu için biraz boynum ağrıdı.

Ama gene de mutluyum, niye? Aylar sonra kocamla başbaşa sinemaya gitmişim daha ne olsun!!!!!!!

2 Aralık 2009 Çarşamba

Domuzsuz grip oldum

Bayramın 2. günü başlayan hapşırmaları, burun akıntısı daha sonrasında hafif boğaz ağrısı takip etti.
Ciddi bir baş ağrısı ve halsizlik eşliğinde seyredip sanırım dünkü baş ağrısıyla noktayı koydu.

Ateş olmadığı için de adi bir grip ya da soğuk algınlığı olarak tarihe geçti (inşallah)

Allah bütün hastalara şifalar versin..

30 Kasım 2009 Pazartesi

Trilye

Geçen yıl bu zamanlar,


6 aylık hamileydim, eşimin işi gereği kurban bayramının ilk iki günü İstanbul'da bulunmamız gerekiyordu. Bu sebeple memleket ziyaretlerini iptal etmiştik. Zaten o kadar yolu uçakla da olsa gitmek benim için de zor olacaktı. Bu vesileyle yakınlarda bir yerlere gidelim istedik. Yakınlardan seçtiğimiz yer Bursa'nın bir kasabası; Trilye (Zeytinbağı) oldu.




Arabalı deniz otobüsüyle Yenikapı'dan Güzelyalı'ya geçtik.


Montania Hotel'den rezervasyon yaptırmıştık. Hotel Montania 150 yıl kadar önce Mudanya tren istasyonu olarak yapılmış tarihi bir bina. Odaları ve manzarası gayet güzeldi. Kahvaltısı da fena değildi. Civardaki en rahat yere benziyordu, gidince de öyle olduğunu anladım. Gerçi Trilye içinde ev pansiyonu tarzı birkaç yer var ve onların içine girip gezmedim. Belki onlar da iyidir.




Nerde kalınır kısmını biraz uzattım galiba :) Bu otelde hayatımda aldığım en güzel iltifatlardan birini aldığım için biraz torpil yapmış olabilirim :) Hiç tanımadığınız biri, hiç beklemediğiniz bir anda güzel bir şey söyleyince böyle oluyorsunuz sanırım. Söyleyen kadın olunca daha çok hoşunuza gidiyor :))


Fazla şımarmadan konuya döneyim.







Trilye, caanım ülkemde aslını koruyabilmiş az sayıda yerleşim yerinden biri. Bu sebeple de turistik.


Bir rivayete göre Rum Ortodoks üç papazın aforoz edilmesinin ardından buraya yerleşmesiyle üçlü anlamına gelen Trilye denmiş buraya. Ya da kıyılarında bol bulunan barbunya balığının adından almış Trilye ismini. Zira trilye Latincede kırmızı balık demekmiş.


Trilye ne demek bilmiyorum ama müslümancası olan Zeytinbağı isminin tam karşılı bir yer.


O kadar çok zeytinyağı almışız ki çok fazla tüketmemize rağmen hala ordan aldığımız yağları kullanıyoruz.


Bence egenin yağı ve zeytini daha güzel oluyor.


Ben rahatsız olmuyorum gerçi ama marmara'nın zeytin yağında koku oluyor. Fakat egeninkinde çok daha hafif oluyor o koku. Bana göre mis gibi bir koku ama gene de lezzet açısından da egenin zeytinini tercih ederim. Bilhassa Altınoluk civarınınkini.







Gezilecek yerlerin başında Aya Todori Kilisesi yer alıyor. Fatih camii ismiyle ibadete açık. Fetihten sonra camiye çevrilmiş. Sonradan cami de olsa kiliselerin o genel kasveti oluyor bu yapılarda. (Bkz. Ayasofya) Ama iki kültürün birleşimindeki şirinlik de başka bir durum.


Osmanlı fethettiği yerlerde fethin sembolü olarak genelde bir kiliseyi cami yapmış diğerlerineyse hiç dokunmamış. Halbuki garplılar senelerce Osmanlı hakimiyetinde olan Budapeşte'deki bütün camileri kiliseye çevirmişler ya da yıkmışlar. Sadece Gül Baba türbesindeki mescid kalmış sanırım. Yeni mescidleri saymıyorum tabi ki.


(Macaristan gezisiyle alakalı da bir post hazırlanabilir aslında)


İspanya da keza aynı şekilde Endülüs'ten Elhamra Sarayı'ndan başka ne kalmış geriye... Gözünü seveyim kültürümün.


Trilye'de yedi kilise varken bunlardan üçü halen ayakta kalabilmiş.





Tarihte duvarlarına ilkkez resim yapılan kilise olarak bilinen Kemerli Kilise de acil restorasyona başlanmazsa yok olup gidecek.


Üçüncü kilise ise özel mülk olarak kullanılıyor. Çok garip, görünce inanamadım. Kilise.. içinde insanlar yaşıyor.. "Orda bunalıma girer insan" dedim kendi kendime.







Trilye'yi bir de kuş bakışı seyredelim diye Çamlıkahve'ye çıktık. Harika bir manzarası var. Tavsiye ederim. Çayınızı kahvenizi yudumlarken deniz-kasaba manzarası iyi gidiyor. Fakat gözlemesini pek sevmedim.





Ertesi gün dönüş yolu programımıza Bursa'yı da dahil ettik. Bu kadar yol gelip de Ulu Camii ziyaret etmeden Bursa'dan birkaç havlu almadan dönülmez herhalde.



Bayramın tadı büyüklerle, akrabalarla çıkıyor bu kesin. Bu kurban bayramında da tatilin kısa olmasından dolayı İstanbul'dan ayrılamadık. Biz yalnız olsak gene de giderdik ama oğlana eziyet olacaktı bir gün orda bir gün orda, uzun uzun yollar.. Bir de domuz gribi :) Ne yapsınlar bu sefer bizimkiler geldiler elimizi öpmeye :)




Bu bayramda da Altınoluk'a gitmeyi istedim zeytinyağı almaya :)
Ama bu sefer olmadı.

29 Kasım 2009 Pazar

Domuz gribi bizden korksun

Kim demiş salgın var diye..
Alış veriş merkezleri tıklım tıklım. Araba park edecek yer yok. İçleri iğne atsan yere düşmez.

Bugün ilkkez Ömerciği annane ve dedesine bırakıp sinemaya gidelim dedik.
O da ne, ek matineler koymuşlar onlar bile dolmuş. Çok geç saattekileri de biz bekleyemezdik. İki alış veriş merkezini kolaçan edip eve döndük.

Doğumdan sonraki ilk sinema girişimimiz başarısızla sonuçlandı ama başbaşa gezmiş olduk ilkkez :)

Siteden çıkmadan 'oğlumu özledim' dedim :)

İşe başlayınca görücem ben özlemek nasıl oluyormuş..
Sağlık olsun..

Ama AVM'lerden anladığım kimsenin H1N1 filan taktığı yok.

26 Kasım 2009 Perşembe



İşte benim leopar oğlum.

Herkese güzel bayramlar...

25 Kasım 2009 Çarşamba

Haftasonu

Cumartesi gene kalabalık bir grup misafirim vardı. Çok eğlenceli bir grup.
Çok güzel (sadece bence değil gelen arkadaşlarım da beğendiler) mamalar yaptım.

İşte bir tanesi havuçlu kek:



Arkadaşlarımdan bazıları diyetteydi. (Bir tanesi diyetisyenle 20 kilo kadar verdi ve şimdi süper görünüyor) Az az yenince bir çok şey arttı.
Buna üzülsem mi sevinsem mi bilemedim :))

Bir aydır eve yaklaşık 50 kişi geldi-gitti. Bunların içinde uluslar arası yolculuk yapmış olanlar da var. Hatta bir arkadaşım Kanada'dan geldi. Domuz gribi filan ağzımızdan düşmüyor ama...
Ama ne yapalım.
Salgın meselesinin geçmesini beklersek kimseyle görüşemiycez.


Pazar günü ise çoktandır istediğim bir yere gittik.
Ortaköy..






En son hamileliğimin başında arkadaşlarımla gitmiştim.
Şimdi de ailece gidip kumpir yedik.
Oğlum ilkkez kumpir yemiş oldu. 9 aylık ömründeki ilk kumpiri :)
Sonraaaaa, ilkkez Ortaköy camiine yani Büyük mecidiye camiine girdi.
Bir de Küçük Mecidiye camii vardır. Ortaköy'den Beşiktaş'a giderken sağ tarafta. Onun da içi çok güzeldir.
Dönüşte de baklavamızı Karaköy güllüoğlunda yedik.

Bu yazı da böyle bol gıdalı oldu...

23 Kasım 2009 Pazartesi

Domuz gribi ile ilgili...

Dedikodular heryerde..
Ne okusak "aa evet doğru" diyip fikir değiştiriyoruz.
Yöneticilerimize güvenmemek bizde geleneksel oldu. (Doğal olarak tabi ki)
Doktorların herbiri başka şey söylüyor.
"Siz dışarda çalışıyorsunuz yaptırın, ama bebek çok küçük"
"Asıl bebek aşı olsun onun korunması daha önemli, hem o risk grubu"
"Aşı maşı olmayın, kobay mısınız siz"
"Mutlaka aşılanın, hasta olursanız kullanacağınız ilaçların yan etkileri daha fazla"
filan filan filan...

Hükümetle ilgili de çok ilginç, komik yorumlar var.
- Başbakan aşı olmıycam dedi ama gizli saklı aşı olmuş.
- Niye ilk önce hacı adayları aşı oldu? Önce kendi yandaşlarını aşılıyorlar da ondan. CHP'liler ölsün istiyorlar.
:))) hacılar milyon çeşit insanla karşılaşmıycaklar ya, hacca gidenlerin hepsi AKP'li ya :)
Tamam kardeşim kimse kimseye güvenmiyor bu zamanda ama işin gözünü de çıkarmamak lazım.
Bu adamlar ne yapsalar zaten suç.
Aşıyı erken aldılar diye "milleti kobay yapmak"la suçlanıyor.
Geç kalsalardı "bu ne sorumsuzluk" olacaktı.
Komik işte..

Ben de bu bilgi çöplüğünde yeni gelen bir maili paylaşmak istiyorum. Bu aşının üretim şekliyle, koruyuculuğuyla ve WHO ile ilgi ilginç şeyler var mailde:

5 yılı aşkın bir süre gerek medikal departmanlarında gerekse pazarlama alanlarında- şu anda “aşı üreticisi” olarak da ismi geçen firma dahil- İlaç Sektöründe- çalışmış bir İmmünolog ve uzman hekim şapkamla, bu dünyayı; suyun diğer yakasından detayları ile görme şansına sahibim. Dolayısı ile hepimizi, ailelerimizi ve evlatlarımızı ilgilendiren bu konuda bilebildiğim, öğrenebildiğim her şeyi sizlerle de paylaşmak isterim.

İzin verirseniz konunun herkes tarafından algılanması için olabildiğince anlaşılır ifadeler kullanmaya çalışacağım. Domuz gribi, adından anlaşılacağı üzere aslında domuzlara musallat olan bir grip cinsi. Ve zaman zaman besi hayvanları üzerinde ciddi salgınlar yaparak önemli ekonomik kayıplara neden olabiliyor. Yeni ortaya çıkan bir virüs de değil; yıllardır besi hayvancılığının baş belası olarak özellikle yurt dışında iyi tanınan ve korkulan bir virüs. İlk büyük “domuz gribi” salgının 1918’de olduğunu düşünürsek..

Virüsler, yaşam süreçlerinde evrim geçirmekteler ve daha dayanıklı, daha uzun yaşayan formlar haline gelmeye çalışmaktalar. Domuz gribi virüsü de diğer grip virüsleri gibi virüsün evrimi süresince ortaya çıkan türlerinden birisi. Hayvanlara musallat olan bu virüsün ortaya çıkan yeni türleri ile de insanlara bulaşabilir ve onlarda da hastalık yapabilir hale gelebilir. Bu durumdaki virüsler, zootonic (hayvan kökenli) grip vakalarına neden olabilir.

Domuz gribinin semptomları ve kliniği, normal gripten daha ağır ve tehlikeli değildir. Bu yüzyıl içinde domuz gribi salgını en son 2007 yılında Filipinlerde olmuş ve en büyük domuz telefatlarından biri yaşanmış. Şu anda ABD’de 1 milyonun üstünde domuz çiftliğinin varlığından ziyade, Dünya Sağlık Örgütü (WHO), Obama’nın endişesinin temelidir…Hayvanlar arasında bu tip salgınlar yaşandıktan sonraki yıllar içinde de virüsün insanlarda salgınları tetiklemesi nadir değil. Çünkü, hayvanları kurtarmak için yapılan ilaçlamalar; yani virüse karşı saldırı, virüsün bir kaçış yolu geliştirmesine neden oluyor ve kendilerine en yakın canlıda yaşamak üzere değişim geçirebiliyorlar.

Literatürler, bu sene ortaya çıkan Domuz Gribi vakalarının, bu virüsün insanlara bulaşması ve bildiğimiz GRIP hastalığını yapması olduğunu düşündürüyor. Ancak H1N1 İNFLUENZA için Dünya Sağlık Örgütü 11 Haziran 2009’da pandemi (faz 6) alarmı verince işler karıştı… Aslında, domuz gribi olanların diğer grip hastalarından daha da talihsiz bir durumu yok. Bu yıl ki olayın özelliği, virüsün daha öldürücü olması değil, son yıllardaki en hızlı yayılan virüs olmasıdır.

Peki yaygara-demeçler-telaş neden? Bunun en kolay cevabı komplo teorileri üretmek. Maalesef özellikle ülkemizde bu konuda ayrıca bir becerimiz var. Akla ilk gelen aşı firmalarının bu konuyu alevlendirmesi ve üretilen aşılarla inanılmaz karların elde edilmesi… İnanılması gayet mümkün bir teori ve yıllarca ilaç sektöründe çalışmış biri olarak, ilaç devlerinin fırsat varsa böyle bir fırsatı kaçırmayacaklarına eminim…İlaç sektöründe “disesase management=hastalık yönetimi” denilen bir yöntem ile önce belli bir hastalığın altı çizilir; sonra da o hastalıkla ilgili ilaç piyasaya verilir ve satışın maksimum olması hedeflenir.

Ancak bir konuyu da atlamamak gerekiyor. O da, öncelikle ilaç endüstrisi dünyada en çok ve sıkı kontrol edilen sektördür. Bu tip manipülasyonlar, her zaman geri tepme riskini de beraberinde taşır. Tek bir ilacındaki hata yüzünden pazardan silinen ilaç devleri vardır.

Böylesi olaylarda olayın faturası, ilaç şirketinden çok o ülkenin sağlık otoritelerine kesilir. Çünkü sağlık otoriteleri, o ilaçları en ince detayına kadar incelemek ve ruhsat verme yetki ve sorumluluğundadır. Özellikle hayatı tehdit eden hastalıklar ve tedavilerinde bu tip manipülasyonları n yapılma ihtimali çok düşüktür ve astarı yüzünden pahalıdır; daha suya sabuna dokunmayan durumlarda yapılabilir. Bununla ilgili gerçek bir örneği, yazının sonunda paylaşacağım.

Aşı konusuna gelince.. Aşı, üretilmesi en zor ve en riskli ilaç benzeri üründür. Bugün emniyetle kullanılabilecek bir aşının, ortalama imalat süresi minimum 18 aydır. Yani bir aşı üretim planlayıcısı, 18 ay sonraki aşı talebini belirleyip üretim talimatı vermelidir ve bunlar milyon dozlar olarak üretilir. 18 ay sonra durum, hiç tahmin etmediğiniz gibi çıkabilir… Ya ihtiyaç azdır milyonlarca doz aşı çöpe gider, ya da çoktur elinizdeki stok erir ve herkes size saldırır. Siz de hem kazanamadığınız para için hem de kaybolan itibarınız için tasalanırsınız.

Bu realite nedeniyle dünyada aşı üreticisi firma fazla değildir ve genelde diğer grup ilaçları ile aşı satışında ortaya çıkacak zorlukları telafi planları yaparlar. Böylesi bir dinamikle çalışan bir sektörde, manipülasyon yapma imkanı son derece zordur..

Peki şu anda aşı firmaları, peynir ekmek gibi aşı mı satıyorlar?.. HAYIR çünkü aşıları yok. Dikkat edin Türkiye’de Bakanlık, “aşı aldık ; alıyoruz, geldi- şimdi geliyor” diye gürültü koparıyor… Düne kadar hiç domuz gribi aşısı olan var mıydı?..YOKTU. . Aşılar henüz, belirli sayıda gelecek ve Bakanlık öncelik belirlemek zorunda..

Şimdi bir de başka bir açıdan bakalım acaba bu yaygara niye. Aslında medya aracılığı ile koparılan “felaket haberleri”, dikkat ederseniz ülkelerin sağlık otoritelerinden (Sağlık Bakanlıklarından) geliyor. Bilim adamları arasında çıkıp, üstüne basa basa felaket tellallığı yapan yok. Ama ülkedeki en büyük sağlık otoritesi yani Sağlık Bakanlıkları, “ciddi ve korkutucu açıklamalar” yapmaya başlayınca onlarla baş etmenin pek yolu yok.

Sağlık Bakanlıkları niye bu kadar ön plana çıkıyor derseniz, farklı bir şey bildiklerinden değil onlara ulaşan uluslararası alarm sinyalleri çok kuvvetli oldukları ve harekete geçmezlerse başlarının derde gireceği kaygısından... Dünyadaki Sağlık Bakanlıklarını bu kadar telaşlandıran kim? WHO (Dünya Sağlık Örgütü)…

WHO, en az 10 yıldır giderek itibar kaybediyor. AIDS’de çuvalladı. Bazı ülkelerde “Tüberküloz=Verem” tarihin en yüksek boyutlarında ve dünyadaki en büyük sağlık organizasyonu, yıllardır doğru dürüst bir iş yapmıyor.

Peki WHO’nun kaynakları ne dersiniz: Tüm üye ülkelerin yatırdığı fonlar…WHO, böyle etkisiz olmaya devam ederse bir süre sonra varlığı bile sorgulanan bir örgüt haline gelecek. Halihazırda tüm ülkelerin sağlık otoriteleri için “kıble” WHO.

Peki WHO ne yaptı; bu yıl ki “zootonic” domuz gribi salgınını biraz fazla abarttı. Bunun kötü bir tarafı da yok aslında... “Korunun temiz olun, elinizi ağzınıza burnunuza sokmayın, sağa sola tükürmeyin” gibi özellikle bizim gibi ülkelerin ihtiyacı olan telkinleri görsel ve işitsel bir kampanyaya dönüştürerek bir bilinçlendirme stratejisi için aslında masum olan Domuz Gribi epidemisini kullandı ve fakat kantarın topuzu kaçtı. WHO gibi bir otoritenin gereğinden fazla konunun üstüne gitmesi önce ülke sağlık otoritelerinde; onların dikkatsiz ve öngörüsüz beyanları, halkta paniğe yol açtı. “Okul kapatmalar, ölüm haberleri ve Sağlık Bakanlığı’nın medya ile iletişimindeki tecrübesiz ve öngörüsüzlüğü” kartopunu, tepeden aşağıya yuvarlamaya başladı..

Bu kartopu etkisini, aşı üreticileri bile tahmin edemediler. Etseler iyi olacaktı ama olmadı. İlginç bir şekilde aşı firmaları –özellikle ABD de federal sağlık otoritesinin talebi üzerine- “acele” aşı üretmeye giriştiler. Kendileri de şaşırdılar ama ABD aşı firmalarına ilk parti olarak tam 5 milyar doz sipariş verdi (Türkiye 43 milyon doz istedi). Ama aşı yok. Firmaların 18 aydan önce aşı yapamadığını hatırlayın...

Haziran ayında WHO izole virüs örneklerini firmalara verdi ve haydi çabuk aşı yapın dedi. Süratli aşı yapabilmek için de aşı firmaları eski model üretim tekniklerini kullanmak durumunda kaldılar ve başta WHO olmak üzere sağlık otoriteleri de eski model üretime göz yumdu. Firmalar deli gibi aşı hazırlamaya başladılar ve Ağustos ayında ilk partiler üretilip analize sunuldu. Alelacele de kullanılmaya başlandı. Ama küçük bir sorun vardı; bu virüs tipi ile hiç aşı geliştirmedikleri için ve eski model bir yöntemi kullandıkları için aşılar istenilen koruyuculukta değildi ve yeteri kadar antikor oluşturamıyordu… Şimdi “aşı firmaları”, bir yandan panik içinde aşı üretip bir yandan da aşının koruyuculuğunu artırmaya çalışıyorlar ve muhtemelen işin sonunda zarar edecekler: Çünkü yaptıkları kontrattaki miktarları zamanında teslim edemeyecekler, bu tazminat demek.. Ayrıca aşıların birçok partisi, analizleri geçemeyip çöpe gidecek ;bu zarar demek. Şu anda ilk kargaşada bu işe atlamış 3 firma dışında sadece Çinliler domuz gribi aşısı üretiyorlar onlar da kendi iç kullanımları için. Kimse de bu iste tatlı para olduğunu artık düşünmüyor.

Şimdi gelelim bu yaygara nerden çıktı konusuna…Şu anda WHO’nun tepesinde Çinli bir yönetici var; Dr. Margaret Chan. Aşağıdaki linki tıklayıp Dr. Chan’in hangi konuda uzman olduğunu ve hangi tip salgınları yonettiğini de bir okursanız artık kalanını siz yorumlayabilirsiniz. http://www.who.int/dg/en/index.html

Gelelim domuz gribi aşısına. Bu ne menem bir şey ki herkes peşinde ve yaptık yapacağız diye ortalık ayağa kalktı. Yukarda ilaç firmalarının, zaman darlığı nedeniyle aşıyı eski yöntemlerle yaptığını ve otoritelerin buna göz yumduğunu söylemiştim. Yöntemlerdeki fark şu: Bugün tüm grip aşıları, memeli hayvanlardan elde edilen doku kültürlerinde üretilir ve memeli bir canlı olan insana en yakın antijenik (hastalık yapıcı) özellikte olmasına dikkat edilir ki aşıya ait komplikasyonlar -özellikle alerji- olmasın. Bu da yaklaşık 18 aylık bir süreci gerektirir.

Domuz gribi aşısı ise şu anda acele nedeniyle nerdeyse antika sayılacak bir yöntemle tavuk embriyosunda üretiliyor. Yani virüs tavuk yumurtasına enjekte ediliyor. Orda kuluçka ediliyor. Virüsler tavuk yumurtası ile beslenerek kontrollü çoğaltılıyor. Birkaç hafta içinde kuluçka bitiyor ve oluşan virüsler inaktive edilerek aşı yapılıyor. Bu, aşının ilk tarifi ; “Louis Pasteur”den kalma yöntemler ama hızlı.. Böyle yapılan aşıya gelince:

Aşı etkin olmayabiliyor. Nitekim Domuz gribi virüsü yeterince kuluçka olamıyor. Tavuk yumurtasında bulunabilecek potansiyel alerjenler aşıyla kucak kucağa geziyor yani ciddi ve çok yan etki riski artıyor..Batch-to-batch consitency denilen “partiden partiye devamlılık” yani kalite standardı tutmuyor ;benim aşımla sizin aşınız farklı olabiliyor. Üretici için bir problem de ciddi aşı firesi oluşması..Her yumurtadan civciv (aşı) çıkmıyor. İşin sonunda maliyet çok yükselebiliyor. Bu tip aşının “esas tehlikesi” şu: Aşının antijenik özelliğini artırmak için insan vücudunda kuvvetli antikor oluşturan bazı mikroplar aşıya karıştırılarak gücü artırılmaya çalışılıyor. Yani bu ekstra mikroplar, vücutta önce “erleri –sıradan-(antikor)” yapacak sonra bu askerler beraber gelen ölü domuz gribini tanıyıp vücudu koruyacaklar. Olmuyor mu oluyor ama 50 yıl önceki aşılar kadar. Bu amaçla en çok kullanılan mikrop Koch basili (verem mikrobu). Bu basil, geleneksel yöntemle öldürülüp aşıya karıştırılıyor ve aşı iki etapta etkin olabiliyor (verem mikrobu tedirgin edici olmamalı; çünkü bu aşıyla verem olunmaz ama modern bir üretim biçimi değil) Aşıya yapılan bu takviyeye “adjuvant” adi veriliyor. Aşıyı adjuvanla yapmak, aşı komplikasyonları nı artırabilir, onsuz yapmak etkinliğini azaltabilir… Simdi üreticiler bu konuda tabiri caizse, ne halt edeceğiz diye düşünüyor. Ola ki elinize bir aşı geçer üzerinde “ with adjuvant” veya “without adjuvant” yazma zorunluluğu var. Türkçesi, “iki ucu şeyli değnek” demek. Bizim Bakanlık ne yapıyor. Gecen haftadan beri, bu işin en tepesinde ve medyaya sık çıkan kişiden alınan bilgiler, 43 milyon doz aşının 3 farklı firmaya sipariş edildiğini ortaya koyuyor.Firmalar Ekim ayında teslim edeceklerini söylemişler daha bir kutu bile gelmemişti; düne kadar. Çünkü üretilemiyor üretimde ciddi sorunlar var.

Bakanlık hem WHO’ dan gelen alarm nedeniyle panikte hem de sayın başbakanımız “halkımı aşısız bırakmayın” diye talimat vermiş. Bu işi iyi bilen çok ciddi insanlar bakanlıkta mevcut, ama emir demiri kestiği için sesleri çıkamıyor biran önce aşı bulmaya çalışıyorlar. Hatta Ankara’daki Hıfzısıhha Enstitüsü bile kendi çapında aşı yapmaya girişmiş. (Yumurtaları falan delip duruyorlar.) Herkese iş çıkmış yani.

Her gün önce hangi “safları” aşılayalım diye plan üstüne plan yapıyorlar. Aşı miktarları azaldıkça da her gün hedef küçültüp değiştiriyorlar. Paralar WHO kredisinden geldiği gibi ; tabi ki faiziyle geri ödenecek. Böylesi bir bilinçle, WHO’nun adeta bastırmasıyla aşılarımız geliyor.

Peki bu kadar laf kalabalığından sonra “kıssadan hisse” nedir?
Domuz gribi, normal gripten daha tehlikeli değildir.
Normal gripten korunur gibi bundan da korunmak lazım; formül basit, hijyen kurallarına dikkat: Elini her yere sokma ; özellikle ağzına burnuna..
Tuttuğunu şapır şupur öpme.
Dünyanın en erkek erkeğe el tutuşan, öpüşen ülkesinde yaşadığını unutma; hemcinsinden biraz uzak dur. Karşı cinsin zaten bulaşmıyor...

Bu ilaç firmalarının oyunu mu.. Bu kez değil galiba; çünkü onlar da “domuzların” altında kaldı. WHO, kaş yapayım derken göz çıkardı.

Aşı olalım mı?. Şu anki üretilen aşı ile hayır. Her yıl normal grip aşısı oluyorsanız da aşağıdaki linklerden “aşılar” ile ilgili gerçekleri öğrenmenizi öneririm..
Son olarak aşağıdaki linklerden sonra, “hamilelerde aşı” konusunda bir Prof Dr. Esat Orhon’un fikirlerini ve bilimsel verileri katarak hazırladığı bilgileri paylaşmak istiyorum.
http://articles.mercola.com/sites/current.aspx
vaccination carries enormous potential to do serious damage to your health

Selam ve sevgilerimle,
Uz.Dr.Hasan Ali Nogay,PhD
Sualtı ve Hiperbarik Tıp Uzmanı,İmmünolog

Hamilelerle ilgili olan kısmı ben buraya almıyorum. Ama o konuda da aşıyı tavsiye etmiyor.

Hadi bakalım buyrun burdan yakın...

20 Kasım 2009 Cuma

Tutunuyor



Minik sıpa ekimin son gününden beri tutunuyor.


İlk önce minik beşiğinin kenarlarına tutundu diz çökmüş vaziyette yataktan anne ve babasının odasını keşfe başladı.


Ertesi gün salondaki sehpaya tutundu.


Sonra büyük beşiğinin kenarına tutunup hooop ayağa kalkmaya başladı.


Şimdi heryere tırmanmaya çalışıyor. Ben koltukta oturuyorsam dizime, çekmecelere, koltuklara..


Henüz üzerlerine çıkamıyor koltukların ama balerin gibi parmak uçlarında duruyor. Bazen de kayıp küüt düşüyor. Bazen ağlıyor bazen hiç istifini bozmadan tırmanmaya devam ediyor.


Halının üzerine battaniye serdim. Battaniyenin tüylerini yemesin diye de nevresim geçirdim. Ama o gene de boş yerlerde daha çok vakit geçiriyor. Tahtalara hatta fayanslara şapşap vurmaya bayılıyor. Ben de karnının üstünde oralarda oynamasını istemiyorum üşütür diye. Götürüp koyuyorum halısının üstüne dakka geçmeden gene gidiyor soğuk yerlere :)


Emekliyor, uygun adım rap rap şeklinde.

Ama sürünmek kolayına geliyor. Bir şeyi almaya azmettiyse hızlı gitmek için sürünüyor, fıytık fıytık..


Heryeri, herşeyi yemeye çalışıyor.


Sehpayı, koltukları, kabloları, halıları, mama sandalyesinin ayağını... Bizim evin mikrobuna alıştı çocuk.. Bazen yerleri yaladığı da oluyor.


Aç mı aç değil..


Dişleri ah o dişleri.. Çıksa da kurtulsa benim pamuk helvam..



16 Kasım 2009 Pazartesi

Acılı bir dostum

Eski, ama yakın bir arkadaşımla konuştum geçen hafta.

29 haftalık doğan oğlu 71 gün küvezde kalmış ama daha fazla yaşayamamış.
Ne diyeceğimi bilemedim.
"Allah sabır versin, başka acı vermesin. Gene bebeklerin olur inşallah... Benim annem de ilk bebeğini doğumda kaybetmiş, bak bana eşşek kadar oldum" dedim.
Dedim ama hepsi boş...
"Allah belki bana gene bebek verir o zaman acım belki hafifler ama asla yok olmaz. Ben çocuk özlemi çekmiyorum tek bir çocuğun özlemini oğlumun özlemini çekiyorum. Düşünsene ben 2,5 ay hergün onu görmeye gittim. Uyurken nasıldı, ağzı nasıldı, yüzü nasıldı, nasıl ağlardı hepsini biliyorum. Şimdi acımla başa çıkmaya, hayata tutunmaya çalışıyorum. Allah'tan gelene boynumuz kıldan ince, ne kadar içim yansa da isyan etmeden sabretmeye çalışıyorum." diyor.
Canım benim...
Neşelidir benim arkadaşım. Ama şimdi ağlamaktan doğru dürüst konuşamadı. Bunların bir kısmını facebook'a yazmış.
Lise arkadaşım. Hatta biz liseye ilkokuldan sonra girdiğimiz için 11 yaşından beri arkadaşım.
Ne günlerimiz vardı.
Ne hayaller..
Duygusaldır benim arkadaşım ama bir o kadar da kahkahalı. Güzel yazar, güzel söyler..
Şimdi ise acılı, konuşamıyor.
Canım..

Allah ona sabır versin,
Allah kimseye evlat acısı vermesin.

8 Kasım 2009 Pazar

Ne gündü ama!!

  • Günlerden cumartesidir.
  • Sabah uykusunun en tatlı olduğu gündür.
  • Haftanın yorgunluğunu almak bu güne nasip olmalıdır.
  • Fekat! Heyhat, kader ağlarını örmeye başlamıştır.
  • Sabah oğlişkom erkenden çok erkenden bizi uyandırır.
  • Zatı alileri evebeynlerinin yatağına alınır belki, kim bilir, bir miktar da burada uyurlar da anneciği ve babası da tam açılmamış gözlerini uykunun sıcak kollarına geri bırakıverirler diye ümit edilir.
  • Ancak uğraşlar sonuç vermez sarı kafa pür enerjili bir sabah modundadır.
  • Madem uyuyamıyoruz kalkalım da kayınbiraderi yoldan alıp organik pazara gidelim kahvaltımızı da orda yapalım diye hızlıca bir eylem planı hazırlanır.
  • Giyinilir, kuşanılır.
  • Ve çıkılır.
  • Arabanın anahtarının kilidi açan düğmesine basılır.
  • "Aaa niye açmadı ki bu. Dur bir de benim anahtarımla deneyeyim. Aaaa bu da açmıyor. " denilir.
  • Eski usulle anahtarı kilide sokup arabanın kapısı açılır.
  • Sorun ne ki diye düşünülürken arabanın da çalışmadığı fark edilir.
  • Meğer en son arabanın kullanıldığı gün iç lambanın açık bırakıldığı bu sebeple de akünün şarjının bittiği fark edilir.
  • Yuhlar tühler vahlar çekildikten sonra şimdi ne yapacağız moduna geçilir.
  • Servis aranır ancak en yakın servisin 1 saat kadar sonra anca gelebileceği öğrenilince komşunun arabasından şarj etmeye karar verilir.
  • Komşu sabah sabah yataktan kaldırılır.
  • Kimsede şarj kablosu olmadığı için yakındaki benzinlikten şarj kablosu alınır.
  • Geri dönüp akü şarj edilir.
  • Nihayet düşülür yollara.
  • Az gidilir uz gidilir nihayet Beşiktaş'tan kayınço alınır.
  • Cümbür cemaat Feriköy pazarına gidilir.
  • Kalabalığa şaşılır, "aaaa" denilir. Ama arabayı gene de pazarın önündeki boş alanda park edecek bir yer bulunur.
  • Sonra açlıktan ölmeden kahvaltı edelim diye gözlemeci teyzelere koşulur.
  • O çook güzel börekten kalmadığı öğrenilir. Poğaçalardan alınır, gözleme sırasına isim yazdırılır masalardan biri boşalınca oturulur.
  • Beklenir.
  • Beklenir.
  • Beklenir.
  • Beklenir.
  • Beklenir.
  • Beklenir.
  • Beklenir.
  • Çok beklenir.
  • Nihayet otlu peynirli gözlemeler gelir. Ve afiyetle yenir.
  • Boğazlar meselesi halledilince sıra alışverişe gelmiştir. Pırasa, soğan, patates, mandalina, elma, taze fasulye filan filan alınır. Uzun uzun gezilir.
  • Aaaa bal kabağını unuttuk denip bal kabağı da alınır.
  • Sıcaktan bayılmış olarak arabaya dönülür.
  • "Ulan o ne!!!"
  • !!!
  • "Bizim arabanın camının yerlerde ne işi var" denir.
  • GPS'i çalmak için camı patlatan manyakların arka koltuktaki sırt çantasına uzanıp hatun kişinin cüzdanını ve telefonlarını almayışına şükredilir.
  • Sigorta şirketi aranır.
  • Camcıya telefon edilir.
  • Maslak oto sanayisine gidilir.
  • Cam taktırılır.
  • Uslu uslu eve dönülür.

Camı patlatıp da içerden birşeyler çalma en çok zengin muhitlerde yapılıyor. Mesela Bağdat Cd.

Sakın sakın görünür bir yerlerde birşeyler bırakıp arabadan ayrılmamak gerekiyor. Bizim için çok uyduruk birşeye bile tenezzül edip günümüzü berbat edebiliyorlar.

GPS'imiz bizim için uyduruk değildi gerçi :) Ucuz bir şey almıştık. Ama seviyorduk Sementa'yı :) Ne tatlı konuşuyordu.

Hey gidi Sementa, özliycez seni.

5 Kasım 2009 Perşembe

Enerji

Minik sincap tutunmaya başladı.
Sehpaya tutunuyor ve hoop parmak uçlarında..
Nasıl da yürümek istiyor..
Ama daha çok erken. Biraz yan gelip yatmanın keyfini çıkarsana be çocuk..
Yatağının kenasına tutunup kalkıyor. Yorulunca da güüm diye düşüyor yatağına.
Kabloları nasıl kapatacağımı bilemiyorum.

Konuşma meselesi ise aynı, bütün enerjisini bedensel aktivitelere vermiş durumda, zihinseller beklesin :) 'Annei' 'bababa' 'abla' (ablası kim bu çocuğun) bunları duyuyoruz zatı muhteremden.

Ben 6 aylıkken askerdeki babamla konuştuğumuz telefonu gösterip 'alo baba' diyormuşum. 8-9 aylık komuşumuza ismiyle hitap eiyormuşum 'Hacer Hacer' diye. Gene o vakitler otobüsteki 4-5 yaşındaki çocuğa 'çocuk' diye biliyormuşum. Bizimkinin hiç o taraklarda bezi yok. Varsa yoksa etrafı keşfetsin. Kolonlara, kablolara saldırsın. Annesinin kolyesini koparmaya çalışsın.

5 aylık gibi başlamıştı 'anne' 'babababa' 'dedede' demeye. Bizim oğlan erken konuşcak diyordum kendi kendime ama alakası yok :) O zamanlar bir bebek mağazasında alışveriş yaparken bizimki bıcır bıcır birşeyler söylüyordu. 3-4 ay daha büyük bir bebeğn babası bizimkinin kaç aylık olduğunu öğrenince "aaa bunun dili erken çözülmüş" dedi.
Geçen gün bunu anneme anlattım. "işte o adamın nazarı deymiştir" dedi :) Olabilir tabi de bence onun değil benim nazarım deydi :)
Neyse nasıl olsa konuşur, erken konuşunca madalya vermiyorlar. Hem erkekler daha geç konuşuyor dimi.

------------------------------------------------------------------

Geçen gün yeni komşularımı ağırladım. Hepisi çok şeker insanlar. Hoş sohbet ve şakacılar, tam benlik :)
Gene içlerinden çok sevdiğim bir komuşum oğlumu resmen yedi. Yenmiycek gibi değil velet biliyorum :) ama şu domuz gribi meselesi bu kadar ayyuka çıkmışken ne gerek var o kadar sevmeye. Bir de bu hanım bir ilköğretimde öğretmenlik yapıyor. En tehlikeli iş. Nasıl içim gidiyor o kucağımdan aldıkça. Birşey de diyemedim. Ama bir daha bu durum olursa söyliycem "bu kadar sevme bebeğimi" :)
Evet neticede olacaksa olur Allah korusun ama biz tedbirimizi alalım dimi...
Düşününce bile içim kötü oluyor. Zaten yaş ufaldıkça daha tehlikeli olduğu söyleniyor. Biz koca kadınlarız. Bizlere de bulaşmasın ama bulaşırsa atlatırız Allahın izniyle ama o minicik daha.

Allah'ım bütün bebekleri sen koru...

28 Ekim 2009 Çarşamba

Çökelekli omlet


Geçenlerde Kastamonu pazarından almıştık çökelek.

Omlete koyunca çok nefis oluyor.






Bir de geçenlerde arkadaşlarımıza hazırladığımız kahvaltı sofrası var.

Mönüde kol böreği, organik pazardan aldığımız börek ve poğaça, haşhaşlı çörek (peksimet), sadrazam lokumu, tahinli kurabiye, lokumlu kurabiye ve resimde olmayan fırında mücver ve sucuklu omlet vardı. Sofradaki en obur bendim tabi ki!!!



Resimleri bilgisayara az evvel yükledim. Baktım çok iç açıcı görünüyorlar buraya da ekliyim dedim...
İşin kötüsü gecenin 23'ünde karnım acıktı.

26 Ekim 2009 Pazartesi

İlk ayrılık


Dün gece ilk kez kendi odasında uyudu.

Onun keyfi yerindeydi ama benim hiç değildi.

Böyle içim burkuldu, aklım onda kaldı. Garip bir haleti ruhiye içine girdim. İfade edemiyorum şimdi.

İlk doğduğu zamanlar gece biz yatana kadar hep yanımızda kalırdı. Götürüp yatağına yatırmazdım. Ya koltukta ya babasının omzunda uyurdu. Biz yatarken o da yatağına yatardı. İki aylık filan olduğunda babası artık akşam yerinde uyuması gerektiğini söyleyip de bizden önce yatağa yatmaya başladığında da benzer bir ruh hali yaşamıştım. Bu çok garip... O zaman hep yanımda olsun istiyordum heran onu görmek. Aslında belki de normaldi. 9 ay içiçe yaşadıktan sonra birden ayrılamıyor insan.

Ama dün gece ki biraz daha derin bir histi. Ne oldu anlamadım...

Basbaya yatağa girince ağladım ötesi var mı.. Eşim de "Allah allah! Sanki askere gönderdin oğlanı" demez mi :)


Aynı yatakta yatmıyorduk ama her istediğimde bakabiliyordum. Şimdi iki metre daha uzağımda:) Evet düşünce çok komik ama işte öyle hissettim.


Büyüyor...
Ve sanırım ben de..

25 Ekim 2009 Pazar

Son günler

Minik sincabın önce alttaki sonra da üst dişleri çıktı.
Ve sanırım şu sıralar başka dişler patlayacak geceleri sıksık uyanıyor.
Gündüzleri de keyifli değil sanki eskisi kadar.
Geçen gün hafif ateşlendi. Gene dişe yorduk. Burnu da hafif tıkalı acaba uyanmalar bundan mı diye de düşünüyoruz.
Ahh bir konuştuğu derdinin ne olduğunu anlatabileceği günler gelse...

Dün sabah kahvaltıda ilkkez mıhlama yedi. Arada canımız çektiğinde Rumeli Hisarının yanındaki hisar kafeye gidiyoruz. Mıhlamasını da çok beğeniyoruz. Gene sabah kalkıp üşenmeden gittik. Ve bu sefer minik sıpaya da minik lokmacıklar halinde verdim. Dişlerini de kullanmayı öğreniyor ya, yiyebildi maşallah.

Emeklemiyor hala. Ama bir asker gibi son sürat sürünüyor. Bayramdan önce başladı sürünmeye. Artık salon sınırlarında durmuyor koridora ordan mutfağa doğru yol alıyor komik surat.

Artık ufak yatağının cibinliğini rahat bırakmıyor. Sabah uyandıysa ve biz onu yatağında bıraktıysak bir yerinden yakalıyor cibinliği. Sonra cibinliği taşıyan mekanizma yavaş yavaş yatağa doğru eğilmeye başlıyor. Korkuyorum üzerine düşürecek diye.

Babası solucanın artık kendi odasında uyuyabileceğini söylüyor. Bakalım bugün yarın ayıracak gibiyiz. Ama odası da hemen karşı kapımız. Aslında hep bizimle kalabilir ama iki kelime konuşurken uyanıyor. Ya da bazen ayak sesimden bile uyanabiliyor. Odasında daha rahat eder diye tamin ediyorum. Benim için gece uyandığında ne kadar rahat olur odasına gitmek bilmiyorum. Ama deneyeceğiz. Açlık dışında uyandığında babası gidecek, anlaştık :)

Sabahları uyandığında "günaydın annecim" diyorum. O da bana "annei" diye cevap veriyor. Ne kadar bilinçli şüpheliyim :)

5 aylıkken başlamıştı "anne" demeye sonra "babababa" ve daha sonra "dedde"
Sonra bayramdan bir hafta kadar önce ne oldu bilmiyorum minik sıpa sustu. Sadece son ses çığlıklar.. Kendi nazarım deydi galiba :)
Şimdilerde biraz biraz başladı lakırdanmaya tekrardan.

Geceleri 2 saatte bir uyanmaktan başka derdimiz yok çok şükür.....

20 Ekim 2009 Salı

Evdeyim

Son zamanlarda genel olarak evime düşmüş durumdayım.
Yemek yapıyorum.
Misafir ağırlıyorum.
Ağırlamam gereken misafirlerin listesini çıkarıyor, sırayla davet ediyorum. İşe dönmeden önce gelmek isteyen herkesi ağırlamak istiyorum.
Evde yapılacaklar için eylem planı çıkarıyorum.
Yarın akşam sedirlerimizin montajı yapılacak bakalım inşallah gönlümüze göre bir odamız olur. Orda bol bol kitaplar okur, hoş sohbetler ederiz.

Böyle bir evcimen oldum ki sormayın.
Geziyorum canım arada o kadar da değil :)

Eşimin iş arkadaşlarıyla bowling oynamaya gittik. Kabiliyetsizin önde gideni olarak ben sonuncu oldum. Eşimse yetenek abidesi olduğu için birinci oldu (gıcık! :) )
İkimizin ortalamasını alırsak normal bir oyun çıkar yani ne diyim, "biz elmanın iki yarısı gibiyiz" ya da "birbirini tamamlayan mükemmel bir çiftiz" :P

Oğluma işe döneceğimi annanesiyle gündüzleri oynayacağını sonra akşam olup benim geleceğimi anlatıyorum. Anlıyordur bence.

İnternetten dizi isliyorum. "Ezel"
Fena değil.
Kocam akşamları dizi izletmiyor ben de gündüzleri internetten izliyorum :))

Böyle böyle günler birbirini kovalıyor.
Şimdi kalkıp kereviz pişirmem gerekiyor.
Portakal da yok evde. Mandalina ve limon koyayım diyorum. Bakalım nasıl olacak.

Sevgiler.

11 Ekim 2009 Pazar

Beyond Borders


Dün gece biraz aşk filmi izleyelim dedik.

Daha önce almış olduğumuz filmler arasında en aşklı olandı "Sınırların Ötesinde".


Üff çok üzüldüm. Ne aşkı!!!, ağladım gene, utandım insanlığımdan, yaşayışımdan.



Angelina Jolie ve Clive Owen oynuyor.


Konusu şöyle:

Angelina Jolie'nin canlandırdığı karakter Londra'da yaşayan bir Amerika'lı. Ve o zamanların conconlarından biriyle evli. (Adam da tam ingiliz tipli) Diğer London conconlarıyla bir yardım balosunda baloyu zenci bir çocukla basan idealist bir doktorla (Clive Owen) karşılaşır ve bu doktordan çok etkilenir. Ve Afrika'ya doktorun çalıştığı kampa yardım götürür.


Afrika'daki insanların görüntüleri içler acısıydı. Angelina ablam da zayıflıkta afrikalılardan kalır değildi ya neyse..

Daha sonra kamboçya'da buluşuyorlar, gene üzücü insan manzaraları. Bu sefer açlık değil savaş ve vahşet..

En sonunda Çeçenistan'da buluşuyor aşıklar. Burda müslümanlara da ... atmasalar olmazmış. Çeçenler'i topraklarını ve halkını savunanlar olarak değil de teröristler gibi göstermişler.


Genel olarak güzel bir filmdi.
İzlemeyenlere duyrulur..

Dünya'nın bir yerlerinde insanlar açlıktan, bakımsızlıktan, bulaşıcı hastalıklardan ölüyor.

Bizlerse "ay bu haftasonu açık büfe kahvaltımı nerde yapsam, bu sene süet çizme çok moda ben de alayım, chanel gözlükler indirime girmiş" modunda hayatımızı sürdürüyoruz.


Tamam herkes böyle değil ama yeteri kadar duyarlı olduğumuzu da zannetmiyorum.

Yardım toplamak çok basit iş. Bizim için çok az olan meblağlarla Afrika'da binlerce insanın hayatı kurtulur. Mühim olan yardımların oralara ulaştırılması. Zira iç savaş yardımların doğru yerlere ulaşmasına engel.
Bu iş de ancak devlet eliyle olur.
İç savaşı çıkaranlar da gene batılılar. Bir de utanmadan bunların filmlerini çekiyorlar.

Bu filmde Amerikalılar iyilik meleği yapılmış. Ne melek ama!!!!
Amerika'ya da Amerikalılara da gıcığım.. Çok sinirlendim daha yazamıycam :)

8 Ekim 2009 Perşembe

Baş ağrısı

Tatilin son günlerinden beri ara ara artan bir baş ağrısı durumu yaşıyorum.
Bazen dayanılmaz oluyor. Kafamı duvarlara vurasım geliyor. Minoset içiyorum sadece hafifliyor. Sonra aynen devam.
Şimdi iyiceyim. İnşallah bugün ağrımaz.

Oğlumsa burun akıntısının yanı sıra öksürmeye de başladı.
Şurubunu püskürtüyor, içmiyor.
Adaçayı yaptım, pekmezle tatlandırdım. Onu da içmedi.
Ne yapacağız bilmiyorum.
Dua bekliyorum.

5 Ekim 2009 Pazartesi

Güzel şeyler çabuk biter


Bayram bitti..

Tatil bitti..

Yaz bitti..


Depresona girmedim tabi ki ama ömür de bitecek ya bir gün, ona canım sıkkın :)


Uzun uzun yollar tepip kilometreleri geride bıraktık ve kürkçü dükkanına geri döndük.


Sıcacıktı Antalya.

Bunaltmayan tatlı bir sıcaklık.

Yazın gidenler oraların sıcağına nasıl dayanırlar bilmem. En güzel zamanı hazirana kadar ya da eylülden sonra.

Deniz de güzeldi.

Balıklarla beraber yüzdüğünü bilmek de çok güzel. Renk renk balıklar..


Benim sarı böcek sarı kumlarda çılgınca oynadı. Bıraksak yiyecek kumları bir güzel.

Tatilde sürekli ilgi, sürekli gezme, sürekli bir hareket çok fena alıştı tek başıma evde nasıl baş edeceğim bilmem.

Düzeni bozulacak filan diye de hiç takmadım. Yavrucak nerde uyudu nerde uyandı hiç önemli değil. Tatilin tadını kaçırmaya değmez. Eve dönünce zor da olsa gene alışır dedik. Kah pusette kah babasının omzunda uydu. Dedesi bol bol kucağında gezdirdi. E ben bebek olsam ben de ararım bunları. Ama kaldı gene İstanbul'da anacığının zalim ellerine :)

Ben de bol bol kucaklıyorum ama tek başına ne kadar olabilir ki. En zoru da evde çok sıkılacak. Günde bir kere filan dışarı çıkmak kesmez herhalde. Ama buna da alışacak artık ne yapalım.



İnşallah herkes ailesiyle dilediğince tatiller yapsın, hayatımız tatlı bir tatil formatında geçsin. Amin :)
Tatil güzel geçti ya sonrası??


Cumartesi gecesi eve bir geldik ki sular akmıyor. Meğer benim akıllı kocam İski'ye gidip suyu üzerimize geçirmemiş.

Pazar günü erkenden çıktık suyu akan bir yerler bulmak ümidiyle. Önce kahvaltı yaptık sonra da attık kendimizi nadide bir alışveriş merkezine. Dışarda da nasıl yağmur yağıyor Allahım!! Gel de Antalya'yı arama.

Sanırım kalabalık alışveriş merkezinde kaptı birşeyler benim oğlan. Gece iki saatte bir ağlaya ağlaya uyandı. Burnu tıkanıyor. Biz açıyoruz rahatlayıp uyuyor. Sonra gene..

Şimdi salya sümük vaziyetinde.

Bu sabah erkenden İski'ye ordan elektiriğe ordan da doktorumuza gittik. Üst solunum yollarındaymış problem. Geçecek inşallah...


İşte böyle benden havadisler...

18 Eylül 2009 Cuma

Bayram, öncesi ve sonrası



Ben birazcık buralarda olmıycam.

Bayram ziyaretlerimizden sonra güney sahillerine gidicez :)
Önce eşimin ailesine sonra bizimkilere ordan da Antalya'ya inşallah. Biraz fazla yol ypmış olacağız iki haftada inşallah minikle sorunsuz geçer gezilerimiz.


İnşallah İstanbul gibi yağmurlu olmaz oraları. Asıl önemlisi soğuk olmaz. Yağmurda denize girmek çok güzel oluyor zira.


Tabi minik solucanla yağmurlu bir tatili tercih etmem.


Ama bakalım kısmet artık.


Bu arada oğlumun ilk dişinin sivri ucu elimi acıtmaya başladı :)
Bir türlü ağzına bakmama izin vermese de diş geliyor. Dün doktorumuz da alt dişlerinden ikisin çıkmaya başladığını tasdikledi.


İlk kez kadir gecesi fark ettik. Artık burdan çok müsbet yorumlar çıkarabilirim :) Kendisi kadir gecesi doğsaydı ne yorumlar çıkarırdım Allah bilir :))

İsmini Kadir mi koyardık acaba. (Neyse geyiğe sardım gene)


Dün hepatit aşımızı da olduk. Sanırım 1 yaşına kadar aşı olayına mola vermiş bulunuyoruz. Bu ay hamdolsun ki büyümüş sıpacık. Ek gıdaya geçişimiz pek başarılı olamadığı için kilo alması beni sevindirdi. Şuan sadece meyve sularını içiyor kaşıkla.
Yumurta ve yoğurt yediremiyorum. Hemen kafasını aşağıya çeviriyor :)
Akşam yemeklerinde bizim çorbalardan birkaç çay kaşığı kadar veriyorum. Onları seviyor. Sanırım bizimle beraber yemek yiyor olmayı seviyor. Garibim kendini adamdan sayıyor :)

Doktorumuz da yumura ve yoğurdu çorbaya katmamı söyledi. Terbiye gibi yani. Çok sıkıntı yapma, emiyor şuanda pek birşey istememesi normal dedi.


Bu arada bir gelişme daha var minikle ilgili. Kendisi bu hafta içi yerde solucan gibi ilerlemeye başladı. Yerde önce ellerini öne koyuyor sonra kafasını yere gömüyor poposunu kaldırıyor ayaklarıyla kendini itiyor. Komik oluyor ama emekleme öncesi aşamadayız galiba. Maşallah benim oğluma..

Benden şimdilik bu kadar. İki hafta kadar yokum.
Herkese mutlu, sağlıklı, bereketli ve hayırlı nice bayramlar diliyorum...

17 Eylül 2009 Perşembe

Bebeklerde Zeka Gelişim - Vol.2

Kaynaksız notlarıma devam ediyorum:


6 - 12 Ay Bebekler için Beyin Geliştirici Aktiviteler



  • Bebeğinizi sık sık kucaklayın ve ona sevgi dolu sözler söyleyin.

  • Evde yaptığınız işlerle ilgili onunla konuşun. Ne yaptığınızı ve neden yaptığınızı anlatın.

  • Ninni ve tekerlemeler söyleyin, müzik dinletin. Müzik matematik, dil ve diğer beceriler ile ilgili alanları uyarır.

  • Küpleri üst üste dizip devirin. "Alt" ve "üst" kavramlarını anlaması için ona ne yaptığınızı anlatın.

  • Bebeğinizi aynanın önünde tutun ve yüzünün bölümlerini ona gösterin.

  • Neden sonuç ilişkisini anlatın. Örneğin elektrik düğmesine basılınca ışık açılır veya musluğu açınca su akar gibi. 9-12 aylık olduğunda gözetim altındayken bunları denetin.

  • Bebeğinizin başka çocuklarla bir araya gelmesini sağlayın.

  • Bir kabın içinde top yuvarlayın.

  • Hışırtılı sesler çıkaran objeleri buruşturun, bu tip sesler bebeğinizin hoşuna gidecektir.

  • Kutu, tencere, plastik kkap gibi malzemelerle oynayın. Küçük objeleri büyüklerin içine yerleştirin, kapaklarını kapatın.

  • Dergi ve gazetelerden insan ve obje resimleri gösterin. Böylece resimlerin gerçek objeleri temsil ettiğini ve hepsinin birer adı olduğunu öğrenir.

  • Beraber topu ileri geri yuvarlayın.

  • Bir objeyi havlu altına saklayarak bulmasını sağlayın. Böylece "altında" kavramını öğretmiş olursunuz.

  • Bebeğinize değişik ve yeni yerler gezdirin ve gördüklerinizi anlatın.

  • Adını söyleyerek bir objeyi bebeğinize verin ve geri vermesini isteyin.

  • En sevdiği oyuncakları saklayıp nerede olduğunu bulmasını isteyin.

  • Bebeğinize kağıt ve kalem verip, neler yapabileceğini gösterin.

  • Ellerinizi çırpın ve onun taklit etmesini isteyin.

15 Eylül 2009 Salı

Valkyrie


Operasyon Valkyrie


Geçen gece izledik.

Tom Cruise oynuyor.

Heycanlı, gerim gerim geren bir film :)


Tom Cruise Albay Stauffenberg adında genç bir Alman subayını canlandırıyor.

Albay Stauffenberg 2. Dünya Savaşında Almanya'nın (sanırım) Tunus'taki cephesinde yaralanır. Sol gözünü, bir elini ve diğer elinden de iki (ya da üç) parmağını kaybederek Almanya'ya döner. Almanya için dolayısıyla da Hitler için savaşır ancak Hitler'in ortadan kaldırılması gerektiğini yoksa Almanya ve hatta Avrupa diye birşeyin kalmayacağını düşünür.

Ancak sadece Hitleri öldürmek yeterli değildir. Onun yerine başka bir psikopatın geçmesinin de önüne geçecek sıkı bir plan yapmak lazımdır.

İşte bu Valkyrie operasyonudur.


Ben beğendim. Sürükleyici bir film.

14 Eylül 2009 Pazartesi

Ramazan pidesiyle pizza


Ramazan bitmeden yapılması gerek bence.
Kalın hamurlu bir pizza oluyor ama çok lezzetli.
Bayatlamış pideyi salçalı, kekikli, karabiberli sosla ıslatıyoruz.
Rendelenmiş kaşar peynirini, sucukları, dilimlenmiş zeytinleri, minik domatesleri, biberleri, beyaz peyniri (artık Allah ne verdiyse) üzerine bir güzel döşüyoruz.
En üste tekrar kaşar peyniri serpiyoruz.
Sonra dooooru fırına.
Gerçekten çok güzel oldu.

11 Eylül 2009 Cuma

Halı

Oğlumun odasına bir halı, salona bir halı, mutfağa bir halı.. şimdilik bunlar lazım :)




Bunu çok beğendim. Kabartmalı. Yollarında oyuncak araba sürmak çok zevkli olur bence :)




Bu da çok şeker. Daha sade ama gene yol var araba sürmek için.


Fiyatları pahalı mı ne!!




Şu güzelliğe bakar mısınız!?!?




Bu da güzel. Hem fiyatı da iyi. Kabartması yok ama sağlık olsun :)


İkea'da da buna benzer gene 'yol' lu bir çocuk halısı vardı ve o da sanırım 39 liraydı.



Salon için aradığım kırmızı halı ise Step'te. Ama bu step denilen mağaza çok pahalı.




Birinci ya da üçüncü bence en iyisi. %50 indirim filan diyor gidip mağazaya tekrar bi bakmalı. Ya da bunlara benzer modeller bulabileceğim bir başka marka bilen var mı?



Mutfak halısının acelesi yok. Eskiden kullandığımız kilim idare eder. Gezerken bulursak hesaplı birşey alırız.



Mutfak masası lazım asıl bize.




Şöyle bir şey olabilirdi.

Uzay mekiğinde yaşasaydık :))

Çok güzel değil mi? Uzay mekiği mutfağı için..

10 Eylül 2009 Perşembe

Sel

Dün sahurdan iftara kadar elektrikler ve sular kesikti.

7-8 senelik bir sitede yollar sular altında kalabiliyorsa, bir villanın içine şelale şeklinde sular akıyorsa, çukurdaki villaların iki katına sel giriyorsa "pes" denmez de ne denir.

Tamam bu bir felaket, tamam bu kadar yağmur nerde yağsa sel olur ama planlı programlı yapılmış olması gereken bir sitede bir evinin içine bütün yağmur suları girer mi?

Logar kapakları patladı...

Allah hepimizi korusun.

8 Eylül 2009 Salı

Vücudun su istemesinin 46 nedeni


Bu başlıklı bir mail geldi.
Suyu ve su içmeyi çok seven biri olarak hemen bloguma taşımak istedim.

Su içtikten sonraki mutluluk bambaşka birşey.

Su gibi bir nimet için Allaha ne kadar şükretsek azdır.
Bu yüzden de başlarken bismillah bitirince elhamdülillah...

Ben de bismillah deyip geçeyim maile:



Suyun her zaman yararlı olduğunu biliyorduk da, şimdi onun, niçin doğanın en basit, en etkili, en güvenli ve en "yan etkisiz" mucizevi ilacı olduğunu öğrenmek zamanı…


Yeni ve sağlıklı bir yaşama başlamak, şu an ellerinizin arasında tutacağınız bir bardak suda…
Çünkü hayatımızın en vazgeçilmez ama bilinçli olarak, öneminin asla farkına varamadığımız birincil ögesi: Su!..


Su / Hasta Değil Susuzsunuz adlı kitapta konuyla ilgili oldukça orijinal ve dikkate alınması gereken tespitler var...


Yalnızca canımız istediği zaman su içeriz. Öte yandan, Ay'ın milimetrik birtakım hareketlerinin dünyamızdaki suyu etkilediğini, böylelikle denizlerin yükseldiğini ve alçaldığını coğrafya kitaplarından da biliriz. Durum böyleyken, yani insan evladı da bu dünyanın malzemesinden oluştuğuna göre, vücudumuzdaki su seviyelerinin ne âlemde olduğunu aklımıza bile getirmeyiz. İçinde bulunduğumuz toplumun yeme içme alışkanlıklarının bir eseri olarak, edindiğimiz su içme alışkanlığı bütün hayatımıza egemen olur, örneğin acılı bir yemeğin üzerine iki bardak su içmek rahatlatır, yazın sıcaklarda canımız hep su ister, vesaire…


İranlı hekim Batmanghelidj, Su / Hasta Değil Susuzsunuz adlı kitabında hiç de böyle düşünmüyor. Tüm hastalıkların biricik nedeninin, vücudun susuz kalması olgusuna dayandığını öne sürüyor. Bu öne sürüşünü "binlerce su deneyimi" ile de açıkça ortaya koyuyor.


Dr. Batmanghelidj, suyun bilumum hastalıklara iyi geldiğini, insanı iyileştirdiğini "tesadüfen" hapishanede öğrenmiş. Peki, bir hekimin, eğer cezaevi doktoru değilse orada işi nedir? Doktorumuz bir suçlu! Suçu, Şah döneminde rejim karşıtı devrimci örgüt Halkın Mücahitleri'ne yardım ve yataklık yapmak. Mollalar iktidara geldikten sonra da doğal olarak tutuklanıyor ve İran'ın en ünlü işkencehanesi Evin Hapishanesi'ne atılıyor. Malum, bilenler biler (!) hapishaneler yeme-içme, sindirim-boşaltım koşulları açısından bir insanın, özgürlüğüne kavuştuktan sonra bile hayatının sonuna kadar kendini toparlayamayacağı, cezalandırma mekânlarıdır. Hal böyle olunca, alabildiğine maddi ve manevi işkence gören ve doğru dürüst beslenemeyen insanların ilk başına gelen midelerinin iflas etmesidir.


Bir gün koğuşta, hapisliklerden birisi inanılmaz mide sancılarıyla kıvranmaya başlayınca, doktorumuz gayri ihtiyarı olaya müdahale ediyor ve adamcağıza iki bardak su içiriveriyor. Çok geçmeden sancıların dindiğini gözlemliyor. Bu olay, Dr. Batmanghelidj'in, suyun hastalıkların tedavisinde ne denli bir etkisi olduğunu ilk keşfettiği an oluyor. Bundan sonra su çalışmalarını yoğunlaştıran yazarımız, 2,5 yıl içerisinde Evin'in tezgahından geçen yaklaşık 2 bin tutuklu ve hükümlüyü birer iyileştiriyor, yalnızca suyla…


Derken, 2,5 yıl kadar sonra tahliye zamanı geldiğinde, hapishane müdürüne ricada bulunuyor, "lütfen beni 1 yıl daha burada tutun, zira araştırmalarımın en önemli evresine girmiş bulunmaktayım ve bu kadar çok hastayı dünyanın hiçbir yerinde, bu koşullarda bulamam…"
Böylece, yazarımız 1 yıl daha "gönüllü hapislik" hayatını sürdürüyor, sonra da doğru Amerika'ya… Araştırma ve çalışmaları yıllarca sürüyor ve nihayet bu kitap ortaya çıkıyor.


Yazarımız, önsözünde şu anlamlı cümleleri kullanıyor: "Bu kitapta okuyacaklarınız yeni bilgilerdir ve bunlar fizyoloji bilimine yeni açıklamalar getirmektedir. Burada sözü edilen fizyoloji, ilaç üreticilerinin kullandıkları bilim değil, vücuttaki canlı dokularla organların doğal çalışmalarını tanımlayan bilim dalıdır. Bu kitap, bazı önemli sağlık sorunlarıyla bu sorunlarının nedenlerinden ve doğal yöntemlerle teda vilerinden söz etmektedir. Bir sağlık sorununun nedeni ve tedavisi açığa çıktığında, hiç kimsenin anlayamadığı tıbbi terimlere gerek kalmaz. Burada okuyacaklarınız kapsamlı bir klinik ve bilimsel araştırmaya dayanmaktadır. Bu kitaptaki bilgilerini derleyebilmek için, 1950'de Londra'daki St. Mary Üniversite Hastanesi Tıp Fakültesi'nde başlayan tıp eğitimimden sonra 22 yıldan fazla araştırma yaptım, çalıştım ve yazdım.


"Bu kitapta, birçok ciddi hastalığın tedavi nedeni olan kronik gizli dehidrasyonun (susuzluğun) fizyolojik etkisi ve metabolik komplikasyonlarından söz edeceğim. Bugün, bunun çağdaş tıbbın en büyük gel işmesi olduğunu inananlar var."Çağımızın bazı sağlık sorunlarından söz eden bu basit sunum, bütün dünyada bilim ve mantığa dayalı tıbba geçiş için bir rehber olacaktır. Elinizdeki kitap, toplumun ivedi çözüm isteyen sorunları için yazılmıştır. Özellikle 15 milyon astımlı çocuğun ailesinin bu hastalığın nedenini ve çocukların yaşamlarını kurtarabilecek basit ve ucuz tedavi yöntemini öğrenmesi çok önemlidir."


Yazara göre vücudumuz tam 46 nedenle suya ihtiyaç duyuyor.


  1. Hiçbir şey susuz yaşayamaz.


  2. Göreceli su yetersizliği vücudun bazı fonksiyonlarını önce bastırır, sonra öldürür.


  3. Su temel enerji kaynağıdır, vücudun "nakit akımıdır."


  4. Su vücudun her hücresinde elektriksel ve manyetik enerji üretir, bize yaşam gücü verir.


  5. Hücre yapısındaki maddeleri birbirine bağlayan bir yapıştırıcıdır.


  6. DNA hasarını önler ve onarım mekanizmalarının daha iyi çalışmasına yardımcı olur, böylece üretilen anormal DNA sayısı azalır.


  7. Bağışıklık sisteminin (bütün mekanizmalarının) merkezi olan kemik iliğinde, bu sistemi kanser de dahil olmak üzere, çeşitli hastalıklara karşı güçlendirir.


  8. Bütün besinlerin, vitmin ve minerallerin temel çözücüsüdür. Vücutta besinleri küçük parçalara ayırır, sindirimlerinde ve son metobolik aşamalarında görev yapar.


  9. Besinlere enerji verir ve parçalanan besinler sindirim sırasında bu enerjiyi vücuda aktarır. Susuz yenen yemeğin vücut için hiçbir enerji değeri yoktur.


  10. Su, besinlerdeki gerekli ögelerin emilimini artırır.


  11. Bütün ögelerin vücuda taşınmasına yardımcı olur.


  12. Akciğerlerde oksijen toplayan kırmızı kan hücrelerinin çalışma verimini artırır.


  13. Hücreye ulaşan su, o hücreye oksijen verir ve atık gazları vücuttan atılmaları için akciğerlere taşır.


  14. Vücudun çeşitli bölgelerinden zehirli atıkları toplar ve atılmaları için karaciğer ya da böbreklere taşır.


  15. Eklem boşluklarındaki temel yağlayıcı maddedir, artrit ve sırt ağrılarının oluşumunun önlenmesinde yardımcı olur.


  16. Omurgadaki diskleri "şok emici su yastıkları" na dönüştürür.


  17. Bağırsakları en iyi çalıştıran yağlayıcı maddedir, kabızlığı önler.


  18. Kalp krizi ve felce karşı koruyucudur.


  19. Kalp ve beyin damarlarında pıhtılaşmayı önler.


  20. Vücudun soğutma (terleme) ve ısıtma (elektrik) sistemleri için vazgeçilmezdir.


  21. Düşünme başta olmak üzere, bütün beyin fonksiyonları için bize güç ve elektriksel enerji verir.


  22. Serotonin ve diğer nörotransmitterlerin (sinir ileticileri) üretimi için vazgeçilmezdir.


  23. Melatonin de dahil olmak üzere, beyinde üretilen bütün hormonların yapımı için gereklidir.


  24. Çocuklarda ve yetişkinlerde dikkat yetersizliği sorununa çözüm getirir.


  25. Çalışma verimini artırır ve dikkat aralığını büyütür.


  26. Su dünyadaki diğer bütün içeceklerden daha kolay bulunabilir ve hiçbir yan etkisi yoktur.


  27. Stres, gerginlik ve depresyonun hafiflemesine yardımcı olur.


  28. Uykuyu düzenler.


  29. Yorgunluğun giderilmesine yardımcı olur ve bize gençliğin enerjisini verir.


  30. Cildi yumuşatır ve yaşlılık belirtilerinin azalmasına yardımcı olur.


  31. Gözlere canlılık ve parlaklık verir.


  32. Glokomdan korunmamıza yardım eder.


  33. Kemik iliğinde kan üretim sistemlerini düzenler, lösemi ve lenfoma oluşumunun önlenmesine yardımcı olur.


  34. Vücutta enfeksiyon ve kanser hücrelerinin geliştiği bölgelerde bağışıklık sistemini güçlendirmek için çok gereklidir.


  35. Kanı sulandırır ve dolaşım sırasında pıhtılaşmasını önler.


  36. Kadınlarda, adet öncesi ağrıyı ve ateş başmasını hafifletir.


  37. Kalp atışıyla birlikte kanı sulandırıp dalgalandırarak dolaşımdaki katı maddelerin dibe çökmesini engeller.


  38. İnsan vücudunda dehidrasyon sırasında kullanılabilecek bir su deposu yoktur. Bu nedenle gün boyunca düzenli olarak su içmemiz gerekir.


  39. Dehidrasyon cinsellik hormonunun üretimine engel olur, bu iktidarsızlık ve libido kaybının başlıca nedenlerinden biridir.


  40. Su içtiğiniz zaman susuzluk ve açlık duygularını ayırt edebilirsiniz.


  41. Kilo vermenin en iyi yolu su içmektir. Düzenli aralıklarla su için ve sıkı bir rejim yapmadan zayıflayın. Acıktığınız zaman aşırı yememeli, ama susadığınızda suyunuzu içmelisiniz.


  42. Dehidrasyon doku boşlukları, eklemler, böbrekler, karaciğer, beyin ve deride zehirli çökeltilerin birikmesine yol açar. Su bunları temizler.


  43. Su, gebelikte sabah bulantılarını azaltır.


  44. Zihin ve vücut fonksiyonlarını bütünleştirir. Kara verme ve hedefleri belirleme yeteneğini artırır.


  45. Yaşılıkta bellek kaybının önlenmesine yardımcı olur. Alzheimer, multipl skleroz, Parkinson ve Lou Gehring hastalıklarının riskini azaltır.


  46. Kafein, alkol ve bazı ilaçlara duyulan bağımlılığın giderilmesine yardımcı olur.

Bu kitabı ilk okuduğundan bu yana artık "bol sulu bir yaşam süren" kitap editörü de ısrarla bu kitabı tavsiye etmektedir: Çünkü, vücudunuzu, yıllardır, bir "atık ilaç deposu" haline getirmekten bir an evvel kurtarmanız gerekiyor...

4 Eylül 2009 Cuma

On numara bir kek



Limonlu ıslak kek




  1. 3 yumurta

  2. 3 fincan şeker

  3. 4-5 fincan un

  4. 1 limon (hem suyu hem kabugunun rendesi)

  5. 1 + 1/4 bardak süt

  6. 1 paket kabartma tozu

  7. 1 çay kaşığı karbonat

  8. Üzeri için hindistan cevizi

  9. Kek kalıbı

  10. Fırın :))


Yumurtayla şekeri çırptım. Sonra Limon kabugu rendesini, limonun suyunu ve 1/4 bardak sütü ekleyip karıştırdım.


Unu, karbonat ve kabartma tozunu eleyerek ekledim ve tahta kaşıkla karıştırdım.


Borcamı yağladım. (Ben hamur işlerinde fındık yağı kullanıyorum. Fındık yağı kalmamış. Tahin vardı evde. Baktım üzerinde yağı birikmiş. Borcamı onla yağladım. Yani susam yağıyla)


180 derecede 40-45 dakikada pişti.


Sıcakken 1 bardak sütü üzerine döktüm. Hindistan cevizini serptim. Sonra sıcak fırında biraz daha beklettim.




On numara bir kek oldu :)) Puff puffff




En azından benim yaptıklarım içinde on numara budur.


Teravihten sonra kahvenin yanında mis gibi oluyor :))

2 Eylül 2009 Çarşamba

Issız Adam



Ramazanda izlenecek film değildi ama başlamış bulunduk işte..




Pek iç açıcı bir film değildi. Yani izlenir ama sinemada değil.


Sapık bir adam pek de masum olmayan bir kız.

Adam kızı tavlar sonra aşık olur. Ama birine bağlanmaktan korkar.

Kızsa ilk andan beri aşık olmuştur. Bağlanmaktan korkan adam kızı terkeder. Kızsa bu terkedilmeleri daha önce defalarca yaşamıştır. (Bu durumda kız için bir peynir cinsini yakıştırabiliriz kanımca :) )

Aradan 5 sene geçer. Kızla adam bir sinema girişinde karşılaşırlar. Bizim peynir abla sonunda biriyle evlenmeyi başarabilmiş. Ancak romeo hala bekar ve yalnız ve pişman. Kıza hala aşık. Meğer yıllardır kızı hiç unutmamış. Peynir abla da evlenmiş ama romeoya bir sarılışı var ki peynir sıfatını hak ediyor :)


Filmin müziklerine ise diyecek söz yok. Hakikaten güzel seçmişler. Zaten milleti de ordan vuruyor. O şarkıları çalınca arkadan, hangi film olsa gider gibi :)

Ama gene de filmin sonunu beğendim.

O sapık adam kaldı ya öyleeee! Oh canıma değsin :))

31 Ağustos 2009 Pazartesi

Pazar pazar sen kalk Etilere ordan da Kastamonu pazarına git!

Haftasonu Kasımpaşa'daki Kastamonu pazarına ya da İnebolu pazarına (İnebolu Kastamonu'nun ilçesi) gittik.


Bizim oğlan ek gıdaya başladı ya ona doğal meyve alalım diye.



Çok ufak bir pazar. Ama her tezgahta güzel domatesler var. Bu bizim minik için değil benim için tabiki.


Kızılcık vardı. Aldık. Eve gelince cam rendenede ezdim bir avuç kadar. Sanırım biraz ekşi geldi ama minik solucan ağzını büze büze yedi.

(Sırf yüzündeki ifadeye gülmek için limon veriyoruz. Çok komik oluyor. Ekşiden yüzünü şekilden şekile sokuyor ama yalanmaya da devam ediyor. Bu durumda biz sadist ebeveyn olmuyoruz zira limon faydalı. C vitamini işte mis gibi.)



Süzme yoğurt ve peynir de aldık Kastamonu pazarından.


Aldığımız taze fasulyeyi eve gelince yaptım. İftarlık oldu. Pek taze değilmiş. Alırken de kontrol etmemiştim.


Taze fasulye yemeği eğer fasulye güzelse çok lezetli oluyor. Zeytinyağlı tabi ki. Ama soğuk olmayacak.



Domatesleri ise gayet güzel. İnce kabuklu. Geçenlerde babam memleketten koliye domatesleri koyup gönderdi. Yurtiçi kargonun azizliğine uğradık. Bizim domatesler anadolu yakasında kalmış. Bize bir gün geç ulaşınca hemen hepsi ezilmiş.
Ben de şöyle yaptım:
Ezilmiş domatesleri rendeledim. Bol tuz atıp karıştırdım. Sonra tepsilere döküp balkona güneşe koydum. Hergün karıştırdım.
Bir kavanoz organik salçam oldu.
Tam ev hanımı oldum a dostlar :))



Kastamonu pazarı dolayısıyla yurtiçi kargonun keyfine kalmamış oldu domates sevdam.

----------------------------------------

Pazardan önce bizim minik solucanı KindyRoo ya götürdük.
İnternetten buldum burayı.
Ücretsiz deneme seansları varmış. Form doldurdum bizi aradılar. Randevulaştık. Birtek biz vardık, özel ders oldu :)

Bunlar Avustralya menşeyli bir kuruluş. Çok tatlı bir bayan Zeynep hanım ilgilendi bizimle. Bebeğimizin gelişimi için neler yapmalıyız filan konuştuk. Daha doğrusu onlara kaydolursak ne tarz şeyler yaptırdıklarından bahsetti, gösterdi. Birçoğu bizim evde yapıyor olduğumuz şeyler.
Kaydolursak herhafta bir saat orda olmamız gerekecek. Etilere her hafta gitmek bizim için çok kolay olmayacağı için şimdilik askıda bekletiyoruz.

Bu KindyRoo, Mohini diye çocuklar için yapılmış bir alışveriş merkezinin atölyeler katında.
Mohini'yi de çok beğendik. Oğlan biraz büyüsün bilhassa atölye çalışmalarına götürmek isterim. Çok eğlenceli görünüyordu...

28 Ağustos 2009 Cuma

İşe dönüş


Net tarihi bilmiyorum ama aralık ayı içinde işe dönüyorum.

Bu durum beni çok geriyor.

Ne olacak, oğlumu nasıl bırakıcam, beni çok arayacak mı, çok küçük...

Yaklaşık 10 aylık olacak. Bebeği 4 aylıkken işe başlamak zorunda olanları düşünüp halime şükrediyorum. Gene de çok az zamanımız kaldığına hayıflanıyorum.


İş hayatımın daha başında olduğumu düşünüyor ve en verimli dönemde bırakmak da istemiyorum. Kaldı ki çalışmayı seviyorum. Şuan çalıştığım yeri (iznimden önceki ve iznim bittiğinde devam edeceğim) pek sevdiğim söylenemez (iş anlamında). Ama arkadaşlıklar ve şartları güzel.


Mesai 17de bitiyor. Yarım saatte evdeyim. Evli ve çocuklu biri için ballı kaymak durumu.

Ancaak! Oğlumu kendim büyütmek, onla doya doya oynamak. Şimdi ki gibi yani..


Benim annem ev hanımıydı. Ve ben çok mutlu bir çocuktum. Çalışmıyordu ama gelen giden hiç eksik olmazdı evimizden. Annanem vardı yaşlı. Dışarda çalışmıyordu ama evdeki mesaisi olduça doluydu. O hengamede bana vakit ayırabiliyor muydu? Yoksa çalışan bir anne kadar mı ayırabiliyordu diye düşünüyorum da. Hiç kendimi yalnız hissetmedim. Her ihtiyacım olduğunda ordaydı. Özellikle okula giden çocuklar, anneleri yoğun çalışıyorsa daha çok eksikliğini hissederler herhalde. Ama bizim için bu döneme daha çok var. Şimdi bunu düşünemeye gerek yok. Ama kendi çocukluğumu düşündüğümde annemin çalışmıyor olmasından dolayı şanslı olduğumu düşünüyorum. Anneleri çalışmış olan bazı arkadaşlarımdan bildiğim kadarıyla anneleriyle aralarında kopukluk vardı. Bizim annemle aramızdaki ilişki onlarda yoktu. Bilmiyorum belki şahsi bir durum, ama onlarla konuştuğumda bu durumu annelerinin çalışmasına bağlıyorlardı.


Acaba çocuklar anneleri çalıştğı için onları suçluyorlar mı?


Benim oğlum da ilerde beni suçlar mı? Belki buna hakkı yok. Ama kariyer oğlumdan daha önemli değil.


İşte bütün bunlar kafamı çok çok karıştırıyor.


Anneciğim sağ olsun 'ben bakarım' diyor. Ama onun düzenini de bozmak istemiyorum.


Bir bakıcı bulmak lazım. Ama nasıl?

Annem de olsun en başlarda kadını tanıyana kadar. Kadına güvendikten sonra o da bize bağımlı kalmaz istediği gibi gelir gider diye düşünüyorum.


Ama arada işi bırakayım diye de düşünüyorum. Sonra yok yok diyorum.


Böyle böyle gidiyorum geliyorum.


6 ay daha ücretsiz izin istesem verirler mi diyorum.


Annem gelemiycek olursa mecburen istiycem.


Anne ve Bebisi nin şu yazısı duygularımıza tercüman olmuş.

Esasen işi bırakmak "çalışmayan kadın" damgasından korktuğumuz için de zor geliyor olabilir. Sen o kadar oku sonra hiçbir işe yaramıyor gözüyle bakılsın. Eşim böyle davranmaz ama çevrenin böyle bir bakış açısı var. Bunu hisettiğimde çok umursamam gibi geliyor. Kaldı ki işi bıraksam yapmak istediğim birsürü şey var. Bu arada oğluma kim bakar bilmiyorum :)))


Düşünüp düşünüp hayırlısı diyorum. Ama biran evvel bir yardımcı bulmam lazım. Tembellik etmemeliyim.


Hayırlısı :)
(Biraz konuşur gibi yazdım. İdare edile)
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...